"Bindik bir alamete…"

Asım Akansoy

Meclis’te hükümet programı görüşmeleri sürerken ve bizler “belirsizlik siyaseti” üstadının dış politika manzumesinin büyük risklerini anlatırken, iki önemli haber gündeme düştü.

Bloomberg sitesine düşen habere göre;  “Türkiye, Rus S-400 füze savunma sistemlerini, doğal gaz kaynakları üzerindeki artan gerginlikler nedeniyle ve askeri kabiliyetini arttırma çabasıyla, güney sahilinde kullanmayı planlıyor…Ankara’daki araştırma enstitüsü başkanı Mehmet Seyfettin Erol, ‘Türkiye S-400’leri Doğu Akdeniz’deki enerji çıkarlarını savunmak için, caydırıcı önlem olarak görüyor.’ dedi. ANKASAM Başkanı Erol’a göre, Türkiye Washington ve Tel Aviv’in Lefkoşa’ya verdiği destekle, kendini giderek daha fazla tehdit altında hissediyor….Bloomberg, Ankara’nın Rus sistemlerini satın almaya devam edeceğini belirterek, S-400’lerin Akdeniz’deki dağıtımının İngiltere ve İsrail de dahil olmak üzere bölgede F-35 savaş uçağı kullanan diğer ülkeleri alarma geçirebileceğini belirtiyor.” (https://www.bloomberg.com/news/articles/2019-05-30/turkey-mulls-role-for-russian-missiles-in-mediterranean-gas-push)

Yine aynı gün, Türkiye Milli Güvenlik Konseyi bir karar alıyor ve CNN Türk’ün haberine göre kararda, “Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki gelişmelerin yakından izlendiği; uluslararası antlaşmalardan doğan hak ve menfaatlerimizin korunmasına yönelik bütün tedbirlerin alınmasına devam edileceği kuvvetle vurgulanmıştır.” deniyor.

Temmuz ayında Türkiye’ye gelecek olan S400’lerin bölgede “caydırıcı bir unsur” olarak kullanılması, tahminin ötesinde bir etki yaratacaktır. Doğu Akdeniz’de gerilimin daha da yükselmesi, bölgeyi ekonomik açıdan da ciddi anlamda etkileyecektir. Elbette oldukça hassas ve kırılgan bir yapıda olan toplumlar arası ilişkileri daha da gerecek, güven bunalımını daha da artıracaktır. 

Türkiye bu kararı alır mı? Ya da alabilir mi? Moskova buna ne der, izin verir mi ? Bunlar henüz yanıtsız. Ancak bu kararın temelde, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü üzerine Kıbrıslı Rumların bölgedeki yeni ittifak girişimleri, arayışları üzerinden doğduğunu açıkça belirtebiliriz. Dolayısıyla esas nokta Kıbrıslı Rumların bölgesel ittifakları değil, çözümün olmayışıdır. Çözümsüzlüğün yarattığı gerilimdir. 

Türkiye hükümetinin, son dönemde batı dünyası ile olan ilişkilerindeki sorunlar ve bu sorunları fırsatçılığa dönüştürüp bir imkan olarak değerlendiren, bölgesel işbirliği politikasını bu çerçeveye oturtan Kıbrıs Rum liderliği yeni bir krizin tetikleyicisi olmuş görünüyor. 

Çözüm sürecini ötekileştirmek, Anastasiadis’in arkasına saklanarak, çözümü değil hak arayışını öne sürmek ve çözüm ile ilgili BM kararlarını yok saymak, karşılıklı kabul edilebilir bir ortak kazanımdan adayı uzaklaştıracaktır. 

Gerek kuzeyde gerekse güneydeki çeşitli siyasi aktörlerin, kamuoyu önünde yaptıkları maksimalist açıklamaları öne sürerek çözümsüzlük siyaseti yürütmek, bunu toplumsal bir algıya dönüştürmek günümüzün modası oldu. Bunun rastlantısal bir durum olmadığı, Kuzey Kıbrıs’ta yaratılmak istenen siyasi iklim ile doğrudan bağlantılı olduğu açıktır. 

BM Genel Sekreterinin son raporundaki veriler oldukça önemlidir. Genel Sekreter, tarafların güç ve menfaat savaşından çok toplumların beklentilerine yoğunlaşmış durumda. Bunları toplumdan neden saklıyoruz, neden toplumların barış istencini gözardı edip, Anastasiadis üzerinde çözümsüzlüğe işaret ediyoruz. 

Esra Aygın’ın haberine göre: 

“Kıbrıslı Rumların %70’i müzakerelerin yeniden başlamasına yönelik istek ortaya koyarken, %62’si de çözümün acil bir ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Müzakerelerin yeniden başlamasını isteyen Kıbrıslı Türklerin oranı ise %51. Ankete katılan Kıbrıslı Türklerin %46’sı çözümün acil bir ihtiyaç olduğunu düşünürken, %43’ü çözümün bir aciliyeti olmadığına inanıyor.” 

Bunlar veri değil mi? Veri sadece Anastasiadis’in kamuoyu konuşmaları mı? Anastasiadis meraklıları neden kendisinin tutanaklarda da yer alan resmi görüşlerini, gündeme taşıyıp tartışmıyor. Anastasiadis’in büyük hatalar yapmakta olduğunu sürekli vurgulayan biri olarak, popülist söylemler ve belirsizlik yaratan açıklamaların gerçeği asla yansıtmadığını ve çözüm yönünde suları ciddi anlamda bulandırdığını düşünüyorum.

“İki toplum arasındaki ilişkileri de inceleyen ve son 10 yıllık verilerin karşılaştırmalı analizini içeren araştırmaya göre, 2009 yılından beri ilk defa her iki toplumun da çoğunluğu Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların bir arada barış içerisinde yaşayabileceğine inanıyor. İki toplumun bir arada barış içerisinde yaşayabileceklerine inanan Kıbrıslı Türklerin oranı %51 olurken, Kıbrıslı Rumlar için bu oran %61.”

https://www.yeniduzen.com/bm-ada-genelinde-iki-toplumun-nabzini-tuttu-cozumun-sifreleri-115241h.htm

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı’nın Ofisi tarafından yaptırılan araştırma, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına ve BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in raporlarına da yansımış durumda. BM Güvenlik Konseyi, 30 Ocak 2019 tarihli ve 2453 sayılı kararında,  ve BM Genel Sekreteri Guterres ise, 14 Nisan 2019 tarihinde yayınlanan son raporunda, bu verilere dayalı saptamalar yapıldı. 

En başa dönecek olursak, çözüme değil sözde hak arayışına yönelen Hükümet Programındaki Dışişleri Bakanlığı bölümü, büyük belirsizlikler ve riskler içermektedir. Bu bilinçli bir siyasetin ürünüdür, alelade yazılmış olduğu için değil. Bu siyaset, Kıbrıslı Türklerin hak ve çıkarlarını gerilim siyasetinin bir aracı haline indirgemektedir. 

Hani Sarayönü siyaseti derdik ya, onu bile çok arayacağız artık. Gidişat pek çok yönden olumsuzdur ve umut verici değildir. Bu noktada çözümü yüksek sesle savunma haysiyetini sonuna kadar yüreklerinde taşıyanlara büyük görev düşmektedir. Bu bağlamda da her iki taraftaki milliyetçi söylem ve kararların acımasızca ve yüksek sesle eleştirilmesinden başka bir yol, yöntem bizi ayakta tutmayacaktır. Gün idare etme günü değildir…

Gerçekten de, Nazım’ın şiirindeki gibi “bindik bir alamete…”