Ne omzu kalabalıklar geçti, asfalt ezen bandolar
acının çökerttiği zayıf ana omuzlarımın yanından!
Bundan sonra olsa olsa ne olur artık kadınlığımdan!
Bir dal bulmak istiyorum, barış açan bir dalcık,
son bir kez bakmak için, giderken buralardan.
Tamer ÖNCÜL
Fikret Demirağ, 1955 yılından beri Kıbrıs Türk şiirinin içinde ve onun temel yapı taşlarından biri. Demirağ, yoğun denemeler ve arayışlarla yoğrulan kırk üç yıllık bu serüveni, 20’ye yakın şiir kitabını arkasında bırakarak sürdürüyor. Çağdaş Kıbrıs Türk Şiiri’nin tarihiyle bire bir çakışan bu uzun şiir yolculuğu, ne yazık ki tematik ve estetik bağlamda bütünsel-derinliğine bir irdelemeye tabi tutulmamıştır hala… Şiiri hakkında yazılmış yüzlerce yazıdan çoğu yüzeysel ve genel geçer değerlendirmeler biçiminde; bir kısmı da tek tek kitapları bağlamında olmuştur.
Fikret Demirağ şiirinin bu uzun serüveni, Çağdaş Kıbrıs Türk Şiiri’nin oluşum ve gelişimindeki önemli rolü nedeniyle de derinlemesine, gerçekçi bir araştırmayı kaçınılmazlaştırıyor… Bu da kitap boyutlarında bir çalışma demektir ki, bu yazının boyutlarını aşar. Bu yazıda, Fikret Demirağ şiirinin gelişimine kısa bir bakışla, dört ciltlik “Acılı Bir Yurt İçin” dizisinin tematik irdelenmesini (genele yönelik bir fikir oluşturmasını sağlamak amacıyla kısaca ve örneklerle) bulacaksınız…
DEMİRAĞ ŞİİRİNİN ÖNEMLİ AŞAMALARI
Demirağ’ın 1955 yılında başlayan şiir tutkusu, 1960 yıllında yayınlanan “Tutku” isimli ilk kitabıyla somut bir çıkış yapar…O’nu “İkinin Yaşamı”(1960) izler. Bu ilk “çıkış”ı izleyen ikinci çıkış ise, o yıllarda Kıbrıs’ta egemen olan resmi-şövenist, manzumeci “şiir” anlayışına karşı bir ilk çıkıştır ayni zamanda. Başlangıçta Attila İlhan, daha sonra ikinci yeniyle akraba bir şiir çizgisiyle gelişen bu “çıkış” kendi şiirini arayışa çıkışın ilk işaretlerini de verir… “Esperanza”(1962); “Açar Yörüngeler Çiçeği”(1963); “Aşkımızın Şarkıları”(1965) isimli kitaplarda olgunlaşarak süren bu şiir çizgisi, “Kısa Şiirler Durağı”(1968) ile son durağına ulaşmış olur… Bu duraktan sonra, tematik anlamda da biçemsel anlamda da farklı bir şiir yolculuğu gündeme gelir… Evrensel temalara açılan şiir kapıları “toplumcu” bir anlayışla yoğrularak daha özgün bir poetikaya yönelir… Kendi coğrafyasına ayaklarını daha sağlam basan; acıları büyük, umutları küçük adasının kültürü-tarihidir artık kendini dayatan… “Ötme Keklik Ölürüm”(1972)’le başlayan bu yeni şiir yatağı, “Dayan Yüreğim”(1974), “Umut ve Dehşet Çağından Şiirler”(1978) ve “Dinle Şarkımı”(1982) isimli kitaplarda derinleşip; bu kültür ve dilin yansıması olan yeni bir duyarlılık ve söylemle “Akdenizli Şiirler ve Aşk Sözleri”(1984)’ni yaratır.
“Adıyla Yaralı”(1986), “Rüzgarda Ozan Türküleri- Şiirin Uzun Yürüyüşü”(1986) adlı kitaplardan sonra gelen 500 sayfalık(dört kitap) “ACILI BİR YURT İÇİN” dizisiyle doruk noktasına ulaşan bu şiir çağlayanı, Türkçe yazılan şiir coğrafyasında yıllarca gözardı edilen, Fikret Demirağ şiirinin hak ettiği ilgiyi görmesini sağlaması açısından olduğu kadar; bir kültürün şiirsel anlamda arkeolojik kazısını yapması nedeniyle de dikkate değerdir.
Demirağ’ın bu diziden sonra çıkan “Şiirin Vaktine Mezmur”(1996) isimli kitabı için kaleme aldığım bir yazıya( “Tek Başına Geçmelisin Kendi Çölünü”, Virgül dergisi, sayı 8, s. 35) “Her şiir, şairinin dünya görüşünü, poetikasını kültürel birikim ve duyarlılığını, beğenilerini, düşlerini tarih ve insan karşısındaki duruşunu, aşklarını, umut ve umutsuzluklarını taşır hücrelerinde;(…)” diyerek başlamıştım. Bu cümleyi dayatan “ACILI BİR YURT İÇİN” dizisindeki şiir seliydi aslında… “Eros’un Oku”(1997) adlı son yayımlanan şiir kitabında ise ayni şeyi, aşk ve cinselliğe ilişkin ahlaki ikiyüzlülüğü sorgulama bağlamında yapar. Aşağıdaki “özet” değerlendirmelerde bu “dayatma”nın somut verilerini bulacağınıza inanıyorum.
LİMNİDİ ATEŞİNDEN BUGÜNE (1. Kitap, 1992; 1994)
Tarihin -karanlıkta kalmış binlerce yıllık tarihimizin- dehlizlerinden uzanıp bakıyorsunuz; küçük beyaz bir kareye zor sığan bir gemi… Kıbrıs’a ilk insanı taşıyan bir gemidir bu; belki bir Minos, Mycen, Venedik ya da bir Arap gemisi… Ne farkeder ki… Biz onu karanlık dehlizlerden seyredebilmişiz ancak… Köpüklerle boğuşan Afrodit’i kurtarmaya gidiyordur belki; belki de bir maden ya da korsan gemisidir… Ne farkeder ki… Hep görmezden gelmişiz biz onu…
‘Limnidi Ateşinden Bugüne’yi elinize alır almaz ilk duyumlarınız bunlar olacaktır kuşkusuz. Dizinin diğer kitaplarında da süren, simsiyah kapak içerisindeki küçük aydınlık bir pencereden sizi şiire taşıyan motiflerle karşılaşırsınız; Yüz yüze gelirsiniz bir anlamda. İlk kitapta bir gemidir bu, ikinci kitapta Demeter’i çağrıştıran bir idol; üçüncü ve dördüncü kitabı içeren son ciltte bir insan sülüetini yansıtan eski bir kökayna…
“Limnidi Ateşinden Bugüne”de, Limnidi kıyılarından 8000 küsur yıl önce Kıbrıs’a ilk ayak basan (bu güne kadarki arkeolojik bulgulara göre) insanla başlayan adanın uygarlık tarihini, binlerce yıllık bu süreçte (özne ve nesne olarak) yaşamış insanlarını, tarih- mitoloji-din-kültür kökleri mozaği içinde şiirleştirmeyi hedefler Demirağ. Yoğun bir ilişkinin(Şairin yaşamıyla, onun “Küçük Güneşli Anne Toprak”ının, diğer bir deyişle “Acılı Yurdu”nun tarihi arasında yoğunlaşan ) lirik söylemidir bu. Sorgulayan, soran, suçlayan, suçların kendi(insanının) payına düşenini de üstlenen bir şairin; yanıtlar da arayan, boşluğa ya da belli-belirsiz izlere sorular yönelten gayr-ı resmi bir tarih sorgulamasıdır bu. Tersinden yazılmış, özel yorumlar ve mesajlar içeren, özlemler de barındıran, odağına insanın yerleştirildiği bir tarih sorgulaması…
Bu sorgulama, geçmişten günümüze hep edilgen (nesne) konumundaki ada insanının, neden her gelip geçen tarafından horlandığını, ezildiğini, her şeyiyle yağmalandığını; gelip geçerken arkada bıraktıklarının ne olduğunu ; ve tüm bu süreçte neyin nasıl ve ne kadar birikerek devşirildiğini araştırarak başlar… İşte bu anlamda tarihi tersinden okumak ya da yazmaktan söz ediyoruz.
“ Cyprı! Sezenler az değil, ki tohumumuz sana ekildi;
toprağına bıraktı ‘bir rüzgar’, ve vaki oldu ki
burda yeşerdik! Burda doldu başaklarımız, burda
üredi melezlenerek tanelerimiz!
Cyprı! Çekirdeğimiz ilk senin toprağına sokuldu;
burda budandık, aşılandık toprağının ilahileriyle
üzüme, aşka, zeytine ve şiire!
Bizim ‘apokalips’imiz sensin: Dünyevi kıyametimiz;
yol soran yok değil başka ülkeye,
yol soran çoook,
ama değil mi ki köklerimiz sende, ve nereye gitsek
kökümüzde bir tutam toprak götüreceğiz senden,
öyleyse başkalarından sorsunlar bizi,
yeşil ve kehribar tanelerinden-
Çürürsek kendi kabuğumuz içinde kıv(rılarak çürürüz;
böyle olur ‘apokalips’imiz. Gerek yok ki İthaka’ya! “ (s. 25)
Evet, bu sorgulamanın temeline insanı koyar Demirağ… “O,ki İnsan’dır,/ O’nun adıyla,/ Dünyayı güzel edecek olanın adıyla/ (başlarım şarkıma).”(sayfa19). Bu insan her ne kadar “ada insanı” ile sınırlı görünse de, gerçekte o binlerce yıllık süreçte yoğrulmuş kültürel moziğin ruhunu yansıtan; aynı zamanda o mozaiğin bir parçası ve mirasçısı da olan bir dünyalı insandır; insanlıktır…
Evrensel- hümanist bir bakışla insanlığı sorgulayan şair, resmi söylemin aşağılayıcı bir tavırla, tarihin yan unsuru olarak önemsizleştirdiği insanı sorgularken yüceltmeyi hedefler… Ona, “Bu toprak, bu tarih, bu kültür, neolitik çağdan bu yana biriken her şey ortak mirasımızdır.” diye seslenerek, “insan kimliği”ni hatırlatır her şeyden önce…
(Bir Fenike sikkesi gibi kayıbım kendi toprağımda; bir La-
tin şiiri, bir yara, dağılan bir Miken vazosu gibi…
Kayıbım! (s.46)
Kendi kültürü ve tarihi içinde “kayıp” olmak… Dizinin ilk kitabını yazdıran ana dürtü budur. Israrlı soruların ardında yatan ana temadır bu: “Ben kimim, hangi kültürün, hangi tarihin insanıyım”…
Eksik parçalarını arıyor bende; bir bulabilse
içindeki mozaik tamamlanacak, bunu biliyor. (s. 49)
Uzayıp gider bu arayış kitap boyunca; ama bir kitap yeterli değildir bunun için.
“ Bir süre -artık- kimse’yim.” Diyerek okuyucuyu ikinci kitaba hazırlar; soruların gerçek yanıtı orada bulunacaktır belki!
HÜZÜN ANA (2. Kitap, 1992,1996)
“Hüzün Ana”, daha yakın bir trajediye taşır sorgulamayı. Birinci kitaptaki uzak geçmişin mistik-destansı söylemi yerini daha gündelik bir söyleme bırakır bu değişimle birlikte.
Öne çıkan Anne(ana)imgesi, ana ve ülke- ada( toprak - ana) bağlamında, mitolojik bir göndermeyle (Demeter’e), düz ve metaforik imgeler örgüsüyle yoğrulur kitapta. Aranan kimliğin, “yaratan-doğuran” düzlemindeki sorgulanması aşamasıdır bu. Anlatıcı özne ‘toprak- ana’nın oğlu(şair) değil, bizzat kendisidir artık…
Bana derler: “Oğlun, şerefli bir ölümle…”
Hiçbir şey anlamam, söz dinlemez ana yüreği. (s.157)
Son 40 yılda, özellikle de son 25 yılda, bu küçücük adacıkta, anne-toprak’ta yaşanan acılardan, yıkımlardan yola çıkıp insanlığı(savaşan, yıkan, yenen-yenilen, suçlayan, ırksal şövenizm afyonunda kendi insanlığını ve ötekinin insan olduğunu unutan) sorgular bu kitap… İnsandan yola çıkarak, ona karşı ama yine de onun adına; acı çeken herkes adına öç almayı hedefler… Bu öcün, gerçek suçlular olarak gösterdiği ırkçı eğitim ve koşullandırma politikalarını ve yabancılaşmayı körükleyen; karışmacı dış odaklardan alınması gerektiğinin altını da çizer sıklıkla; esas suçlanan uynsur da bu güç odaklarıdır…
Vandallık geçerken sokaktan uygun adım,
sevginin tarla kuşları nasıl öter! (s. 170)
Ne omzu kalabalıklar geçti, asfalt ezen bandolar
acının çökerttiği zayıf ana omuzlarımın yanından!
Bundan sonra olsa olsa ne olur artık kadınlığımdan!
Bir dal bulmak istiyorum, barış açan bir dalcık,
son bir kez bakmak için, giderken buralardan. (s. 172)
Evet, beklenti budur: barış… Lirizmin gücüne yaslanarak acılar dile getirilir; sorgu, suçlama ve yargılamalar yapılırken “üçüncü bir göz” olarak yaklaşır şair insanlığın yaşadığı bu tarajediye…
Artık,yaraları, Hayat’tan ders almış dostluklarla
sarıp iyileştirmenin zamanı; (s.265)
Edilgen konumdaki insanı da sorgular; suçun hepimize düşen bölümünü paylaşmaya; “öteki”ni suçlamak yerine kendi eteklerindeki taşları dökmeye çağırır onları…
Kimse sormaz kendi kendine
‘bir ölüm öbüründen iyi midir’
Sen sormazsan bunu, başkası
hiç sormaz sana, senin adına (s.279)
Bu küçük adacığı (ve evrendeki küçük dünya adacığını) ortak bir bilinçle sevmeye ‘toprak-ana’yı “sürüp ekerek” elbirliğiyle barış ve sevgi duygularını yeşertmeye; birarada kardeşçe yaşamın yollarını bulmaya çağırır onları, “Hüzün Ana”nın sesiyle…
aramızdan akan güvensizlik suyunun
yatağını birlikte değiştirelim,
düşmanlıklar tarihini buruşturarak. (s276)
SIRI DÖKÜLMÜŞ KÖKAYNA(3. Kitap,1994,1997)
Şair çocukluk yıllarına döner bu kitapta, bu dönüşün nedeni, o zamanların “Altın zamanlar” olması ya da geçmişe duyulan boş, tutucu bir özlem değil; o yılların ırkçı çatışmalardan uzak insani değerlerin daha güçlü olduğu yıllar olmasından kaynaklanır.
Bir zeytinin altında oturmuştu (çocukluğum)
hoyratlığın daha bu kadar olmadığı bir zaman-
Bencilliğin daha bu kadar sağlam basmıyordu
toprağa ayakları- (s. 305)
Bir nostalji saplantısı söz konusu değil. Tersine, geçmişin naif insanlarından, bugünün inanılmaz sapmalara uğramış, bencilleşmiş, yabancılaşmış, ırksal güdüleri histeriye dönüşmüş insanlarına o günlerden renkler, çizgiler taşımayı ve geleceğe yönelik “yön düzeltme”ye katkı koymayı hedefler bu kitap…
Belki (de)
yalan dolu
bir
dünyada
duyguların
yavaş
yavaş
ölümü
bu. (s. 316)
İnsan ilişkilerinin, dostluğun, hatta aşkın bile kirlendiği; nefretin, çıkarın, paranın egemen olduğu bir yaşama isyandır şiire hakim olan. Sessizliğin, ezikliğin, boşvermişliğin hesabı sorulur bu kitapta…
Ne çok şey yıktık-çok şey içimizde yıkıldı aslında-
ve yerlerine hiç bir şey koymamak
kimliğimiz olup çıktı sonunda. (s. 338)
Toplum sorgulanırken, şiir geçmişi de sorgulanır bir yandan. Demirağ’ın yaşam öyküsüyle şiir serüveninin ipuçları saklanır dizelere.
YALNIZLIK, GECE MÜZİĞİ (4. Kitap, 1994,1997)
3. kitapla ayni cilt içinde yer alan, ve son 10-15 yılda gittikçe derinleşen toplumsal kokuşmayı sorgulayarak 3. Kitabı tematik olarak tamamlayan 4. kitapta sorgulama daha acımasız ve “ders verici” bir üslupla sürer…
Bozulmanın kokuşmaya dönüştüğü, kendi kendine, birilerine ve toprağına ve hayata yabancılaşmış; bencillikten tanınmaz hale gelen (Kıbrıslı) insana ve ilişkilerine yoğunlaşan “Yalnızlık, Gece Müziği” en koyu umutsuzluk uçurumunun kenarına gelindiğinin resmini çizer.
Son bir şarkının arayışındayım,
yüreğimin şiiri batık.
Yenildik mi, yenildik mi, yenildik mi (s. 380)
Bütün insani değerlerin aşındığı, dostlukların öldüğü, insan ilişkilerinin sıfır noktasına yol aldığı günümüz dünyasına topyekün bir eleştiridir bu.
Bütün dostluklar ölüyor artık, gözlerden başlayarak,
naylon sözcükler hışırdıyor rüzgarda. (s. 391)
Hayat: Üstümüze gelen plastik döküntülü deniz. (s. 407)
Suçlu kim, “Zaman mı?”; “ Zaman’ı biçimlendiren/ İNSAN” (s. 409)mı? Yoksa, “Uğultulu Betonlar” yığınıyla, “Travolta ve Coca Cola”(s. 424)sıyla gelip insanlığın yakasına yapışan, kanımız “tüketim virüsü” enjekte eden Kültür emperyalizmi mi? Bu sorunun yanıtını arıyor şair kitap boyunca… Bu sorularla başbaşa bıraktığı okuyucuya “insan” olmanın gereklerini hatırlatarak onu “insani bir hayata” çağırır yeniden şiirin büyülü sesiyle… Çünkü bu ‘karanlık çağ’ yıkabilecek tek güç yine insandır; yeter ki “insanlığı”nı hatırlasın…
Hayat’ın güzel adıyla, umudun güzel adı için,
acıların, sevinçlerin, güneşin, yağmurun başı için
bir ninni geziniyor çırpınan yaprakta, kımıldanan otta,
rüzgarda, upuzun yatan ölüde, Hayat’a doğan çocukta; (s. 472)
* İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nda "Hüzün Ana'nın Şair Oğlu: Fikret Demirağ" başlıklı Söyleşi’de yaptığım konuşma