Bir Aşk: Bin Ölüm

Ceren Boğaç: Kendini yüzeyde ve aşkını dipte görürsen; bu demektir ki kendini abartmış ve aşkını kaybetmek üzeresindir. Sedef ten seni yağmurdan koruyabilir; ama bir o kadar da bir elin sıcaklığından ayırır

Ceren Boğaç

cerenbogac@hotmail.com

 

 

Birinci iç ses: Yürüdüm. Ters-yüz edilmiş duyguların içinde çalkalanışlarıyla, ağır aksaktı adımlarım. “Sessiz kalmam lazım...” diye tekrar ettim kendi kendime- içine düştüğüm, varlığımın tüm zamanlara uzadığı bu duygu karşısında tek sessizlik işe yarar diye umduğum için.  

 

Kendini yüzeyde ve aşkını dipte görürsen; bu demektir ki kendini abartmış ve aşkını kaybetmek üzeresindir.  Sedef ten seni yağmurdan koruyabilir; ama bir o kadar da bir elin sıcaklığından ayırır. Kalbinden kaç kuşun uçup kaçtığı fark etmez; ben bilirim, bir o kadarı da toprağın altındadır. Kendini bu kadar dokunulmaz güzel buluşun, en büyük tuzağına dönüşür. Bu yaşam bir düş mü, iyi kurgulanmış bir yalan, ya da her gün intihar? Bir süre sonra ayrımına varamazsın. Eğer ikimiz de sağırsak, nasıl olur da duyabiliriz aynı şarkıyı? Kristal gözler seni gözyaşlarından koruyabilir; ama bir o kadar da bir bakışın sıcaklığından ayırır.  Kalbinden yükselen yüzlerce kuş okyanusun üzerinden uçar; ama bir o kadarı da kumun altındadır... Bir şeyler kalbimi karanlığa sıkıştırır ve bir şeyler kanımı damarlarımdan çeker... Yaşam beni hep zehirli dudaklarıyla öperken, asit bir hava dolar içime. Ve ben her seferinde senin tadını ışıksız sulardan alırım. Aşkın diliyle konuşur Şeytan.  Onun sesinin en çok duyulduğu ansa; aramızdaki sessizliğin yüzümüze çarpışıdır. Bu yaşam iki sözcük arasına sıkışmış kısa bir an; doğum ve ölüm... Gerçeğin ne olduğunu bilen var mıdır?

 

Bir gün düşüp, acının kollarında öleceğiz seninle... Bedenimizdeki yaraları biri okşasa, kanayacak... Kendimizi birbirimize açmanın en büyük ödülü bu; dokundukça ruhumuz kan içinde kalıyor! Her zaman seni incitecek biri olacak bu hayatta. (Kuşların şimdi nereye uçuyor?). Ölüm beni ballı dudaklarıyla öperken, senin özlemini en çok buz gibi gecelerden biliyorum. Ve hep bir şaka diliyle konuşan Tanrı’yken, dışardaki kentin kalp atışlarını dinliyorum... Benim yaşamım iki sözcük arasına sıkışmış kısa bir an; sen ve ben... Anlamsızlığın gerçkete ne olduğunu bilen var mıdır?

 

“Yenilmemem lazım...” diyorum “...sana...”, kendime dönecek yüzüm kalmıyor bunu söylerken.  Gece, kalbime düşüyor... Benim düşüşümse hiçbir ana. Ve sen... zaman zaman anlaşılmaz, bilinmez ve yaşanamaz değil- sevilemez de oluyorsun! “Seni seviyorum...” deme bana artık! Bu aşk bir yıkımsa, ‘seni seviyorum’ cümlesi daha da yıkıyor bir şeyleri!

 

Sana doğru yürüyorum. Bu gelişle, kendimden daha da uzaklaştığımı bile bile... Böylesi bir geliş... bir gül solduruyor kalbimde.  İçime yağan yağmur damlaları donuyor. Hayat, bana hiçbir şey öğretmiyor şu an. Her adımda geceye binlerce kez çarparken sana doğru yürüdükçe, bildiğim her şeyi ben ölümden öğreniyorum. “Çok yalnızım...” diyorsun bana. Ben, yalnızlıkla gelen duyguların ne olduğunu bilmiyorum; ama yalnızlıktan korktuğumu çok iyi biliyorum seninle. Sanırım yalnızlığın insana en iyi öğrettiği şey de bu: korkmak. Yalnızlık başka ne öğretebilir ki insana? Bu korku mu değiştiriyor her şeyi? Yani korkmasam... her şey farklı mı olacak seninle? Hayatı böyle yaşamak istemiyorum; bir adım öne atınca, iki adım gerilemek istemiyorum. Hayatım boyunca hep bunu mu yaptım ben?

                                               

Bu kadar duygu, bu denli içiçe girmemeliydi...girmemeliydi... girmemeliydi... 

 

Kim olduğumu bilebilmenin bir yolu var mı? Nerden başlayıp nerden bittiğini nasıl anlar bir insan? Anlatmanın da bir yolu olmalı... Anlaşılmanın da... Oysa vardığımız tek ortak yol hep anlaşılmazlıklara çıkıyor seninle.

 

Sana gelmek için hâlâ yürüyorum.

 

İkinci iç ses: Bekledim. Yıkıntılarım kayalıklara vuruyordu. Dalgalar parçalanıyordu içimde. Bir ayna düşüp parçalanıyordu- kırk kez güzelliklerden... Bir kalp düşüp parçalanıyordu- kırk kez aşkın üzerinden... Bir düş gibi dağılıyordu hayat. Bakıp da göremediğimiz ne çok şey... Günün kalabalığında ve gecenin sessizliğinde; aradığım sana dair hep bir şeyler. Ya da ‘kendim’ belki de –sebepsizce- . İçine uzanılmış yalnızlıklardan kurtaramıyoruz kendimizi. İçine giremediğimiz bir yanı var hayatın; ya da onun bizi içine bir türlü almadığı bir yan... Ve içine uzanılmış ayrılıklar var. Ayrık ayrık kavuşmalar en çok biraraya gelemediğimiz. Tüm bunlar arasında düşünüyorum da: “...tüm hayatım olabilirdi ellerin...”. Bazı şeyler bitmek için yaşanmaz! Bir ömür sürecek şeyler de olmalı bu hayatta.

 

Aşkım dipte değil; başımın üzerinde, uzanamayacağım kadar yüksekte duruyor. Bir adım yukarısından yürümeye çalışmam hayatın, belki de bu yüzden... Benden daha fazlasını bekleme. En çok eksildiğimde bu hayatın içinde bütün kalabiliyorum. Bu yaşam bir düş mü, iyi kurgulanmış bir yalan, ya da her gün intihar? Artık ayrımına varamıyorum. Seni beklemek bu kadar acı vermemeliydi oysa... O kadar zor tutuyorum ki içimde artık seni. Sanki uzanıp da elime alsam, dağılıp parça parça gibi olacak bütün anılar. Ben hep senden çok sevildim. Oysa benim tek istediğim... birini senden çok sevebilmekti!

 

Bir yaşam vurgunu yemiş düşlerim, dönüp dönüp beni bulan korkularım var. Keşke anlayabilsen.  Bende kalabilseydin, yüreğimin nerede olduğunu çok iyi bilecektim ben de. Oysa yaşamın peşinden akıyorum- tırnaklarım bile yetmiyor seni tutabilmeme... Unutmadan yakalamak ister gibiyim her şeyi- telaşım bu yüzden. Fazlaca samimiyetlerimizin ve birbirimize dair en çok bildiklerimizin ağırlığı razı gelmiyor seni bırakmama.  Sen istesen de, bitsek de, tükensek de... bazı tatlar geçmiyor işte... Biz seninle birbirimizi tanıdık mı? Varlığımızı kabullendik mi? Birbirimizi istedik mi? Hep ‘ben’ miydi, yoksa hep ‘sen’ miydi rahatsız eden?

 

En son ne zaman sokulduğumda sana kendimi tam hissedebildim? En son ne zaman sarıldığında bana, acın dindi senin? Tenlerimiz, bizden daha önce veda etmiş gibi birbirine. Döküle döküle içimizden, tek bir öpüş bile bırakmamışız birbirimize. Bir pusuda bekliyor gibiyim seni; bana yaklaştığın anda namluma girecek gibisin... ve ben yine ateşleyeceğim sana dönük tetiği...

 

Bir ‘çıkmaz’ın üzerindeyim. ‘Çıkmaz’a düşmeden önce, son kez daha da yüksekten yürümeyi deniyorum. Çok çok yükseklerimden, çok çok derinlerine düşüyorum senin... Aşkın; benim suretimde kendine yenilmendir belki de. Bir daha o kadar çok içine almayacağını bile bile beni hem de... O kadar yakınında duramayacağımı bile bile... Çaresizlik mi bu? Hâlâ senin ‘sen’ olduğuna inanan yanım –ya da inanmak isteyen- ; tüm yaşananların ardına ısrarla gizlenmeye çalışıyor. Biliyorum; benim de içimde koptu bir şeyler. Ne olduğunu bulamasam da... eksildi... Kırgınlık taşısan da her parçanda, sana ulaşmaya çalışıyorum ben yine de. Bensiz kalamadığın için, ne olur terk etme beni!

 

Bu kadar duygu, bu denli içiçe girmemeliydi...girmemeliydi... girmemeliydi... 

 

Kim olduğunu bilebilmenin bir yolu var mı? Nerde kalması, nerden gitmesi gerektiğini nasıl anlar bir insan? Anlatmanın da bir yolu olmalı... Anlaşılmanın da... Oysa vardığımız tek ortak yol hep alışkanlıklara çıkıyor seninle.

 

Bana gelmen için hâlâ bekliyorum.

 

Üçüncü iç ses: Ben sadece merak ettim. Sonuna varışını kendim seyretmek istedim belki- daha yakından. Acı çeke çeke yürüyüşüne baktım senin. Acı çeke çeke bekleyişine aşık oldum ‘O’nun.  Ah, artık ne çok acıtıyor canımı... bunları düşünmek bile...  Ama hepsi yaşandı. Sen, ben ve O... bu oyunu birlikte oynadık.

 

Yarın her şey için çok geç artık- bugün erken. Bir şeye bitişin kadar yakın durabilmek... unuttuğun kadar sıcak... unuttuğun kadar yeni durmak... Sen tuttun her şeyin ‘daha çok’unu Ona verdin. Bu yüzden sen ve ben ‘daha azıyla’ başladık bir şeylere. Senden sonra ben ‘daha da çok’unu verdim Ona her şeyin.  Bu yüzden ben senden de daha azıyla başladım her şeye. Şimdi daha az korkuyla ve daha az çoşkuyla... kendime de daha az yabancıyım artık... daha az...

 

Aşk neredeydi sahi sen ve Onun arasında? Bu yaşam bir düş mü, iyi kurgulanmış bir yalan, ya da her gün intihar? Bu muydu sürekli aranızda tekrarlanan? Acı çeke çeke Ondan gidişine hayran kaldım senin. Acı çeke çeke seni gönderişine aşık oldum Onun. Ve şimdi Onu içimden göndersem, en güzel yanımı kaybedecekmişim gibi... Ve şimdi seni içimden göndersem, en gerçek yanımı unutacakmışım gibi...

 

Bizim oyunumuz çoktan bitti. Şimdi ben son bir oyunu kendime- tek kendime ve hep kendimle oynuyorum artık. Varlığı hayatımın en karanlık yanı da olsa, ben en çok Onun yokluğunda ışıksız kalıyorum. Gözlerimiz ve ellerimiz kim olduğumuzdur. Ne çok şeye dokunuyor, ne çok şey görüyorum...  Onu sevdiğimi sana itiraf etmek değil bana acı veren; Onu gerçekten sevmiş olmam en kötüsü. Kendi isteklerimiz burnumuzun ucunda; başka hiçbir şey göremeden yaşıyoruz her şeyi...

 

Hiç kimse bu hayatın içinde senin kadar çok saklanamazdı. Bu kadar çok bulunmak isterken hem de! Bir yaşamı başka bir yaşamın üzerine kurmak... Ah, artık ne çok acıtıyor canımı... bunları düşünmek bile...  Ama hepsi yaşandı. Benim sana en çok yakın olmak istediğim anlar, senin benden en çok uzaklaşmak istediğin zamanlardı. ‘O’ bu kadar güzel miydi gerçekten? Onca çirkinliğin ortasından oluşmuş olsa bile? Güzel miydi? Bu kadar? - Güzeldi gerçekten...

 

Gece hafızasını kaybetmiş gibi... tek başlarına yanıp sönüyor yıldızlar. Bırakıp gitmek o denli kolay ki her şeyi... Neler alıp götürdü ‘O’ benden? Nereye alıp götürdü? İsteseydin sen durdurabilirdin beni; karşıma bile çıkmadın. Beni döndürebilirdin her şeyden; bu aşktan, onca acıdan, kızgınlıktan ve pişmanlıklardan... Her şeye döndürebilirdin; kendine, kendime ve yaşama... Duymayı bekledim – tek bir söz! Her şeyin yerine geçebilirdi... ve değişebilirdi her şey...

 

Ona doğru yürüdüğünü gördüm. Sen ne kadar gecikirsen gecik, ayrılık hep zamanında gelecekti... biliyordum... Birbirimizden çektiğimiz anlamlar... çabucak yitiveren... Bir savaş gibi... ateşli bir çarpışma... sonucu kaybetmek olan... kendini de, bu uğurda harcadıklarımızı da! Ben kendi içime bile giremezken artık, hayatımız Onunla içinden çıkılamaz bir hal aldı. Birlikte ağırlaştırdığımız duygular altında eziliyoruz. Çünkü eğer hafif olsaydı duygularımız, uçup gidecekti omuzlarımızdan.

 

Dön ve bir bak Ona! Acılarını geçiştiriyor işte... Ancak böyle geçip gidiyor hayatın içinden! İşte böyle geçip gitmene izin verecek senin de... benim de... Sahici bir yalan gibi yaşadı aşkı, sahiden bir yalan oldu sonunda. Göremiyor musun? Benim ‘burada’ oluşlarımın her birinde, sen ‘orada’ olduğun için göremiyorsun Onu.

 

Bir şey senin sanırsan, ne çok hak görürsün onu almak için kendinde. Oysa bağlanmadan kopmaz hiç bir şey! Bağımsız olabilmek için yeninden, birbirimize dair tüm bağımlılıklarımızdan geçip gitmeliyiz... kopartmalıyız kalpten kalbe bağlı olan ipleri de...

 

Bu kadar duygu, bu denli iç içe girmemeliydi... girmemeliydi... girmemeliydi... 

 

Kim olduğumuzu bilebilmenin bir yolu var mı? Nerde bulduğunu, nerde kaybettiğini nasıl anlar bir insan? Anlatmanın da bir yolu olmalı... Anlaşılmanın da... Oysa vardığımız tek ortak yol hep yitirilmişliklere çıkıyor sizinle.

 

Ne bir beklediğim... ne de gideceğim biri var benim...

 

Birinci, ikinci ve üçüncü iç ses (hep birlikte!): Bir aşka karşılık gelen, bin ölüm olmamalıydı...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri