Dönüş yolunda düşünce bulutları, uçağın penceresinden yükselen esas bulutlara karıştığında oldukça hüzünlüydüm. Ne kadar da karışık her şey yaşamlarımızda! Her geçen yıl dönüşler biraz daha hüzün çiçeklerinin kokusunu salar burnumun direğine direğine… “Yaşam devam ediyor” bizler için şehir adresleri değişse de! Elbet gelir dönüş yolu ve zamanın kapısını çalar usulca kendi hoyratlığınca… Daha birkaç gün öncesine kadar denize bakarken bir çift göz, görmüştü göç yolları çizen kuşları gökyüzünde… Hepimizin olduğuna inandığım gökyüzü de hüzünlü gibiydi sanki… Benim için olduğunu düşündüm ve fakat sonrasında daha iyi anladım ki kuşlara ağlıyordu. Göçmen kuşlara… “Tutuşsun gün, yansın geceler” der, bir şarkı kulağımda ve zaman öylesine dar ki sonra gelir gün, gelir gece ve gelir geçer her şey…
“Tutuşsun gün yansın geceler vaktimiz varken!”
Daha vakit varken gökyüzü seslendi kuşlara: yine gelecek misiniz? Dünyanın vakti olduğu sürece evrende, kuşlar aynı yolu takip ederek yine geleceklerdir; Akdeniz’in kıyısına vuran dağlarıyla acının buruklaştırdığı şehrin gökyüzüne… Peki ya insanlar? Vakit o kadar dar ki yaşamda ve suların nereye akacağı belirsizken ters köşeye yatırır bizi zaman: kısmetse geliriz yine… Üç noktanın belirsizliğine kapılıyor “kısmet” kelimesinin anlam dağarcığı… Olabilir de olmayabilir de! Belirsizliğe evrilir cümleler ve üveyliğinde avutur anılar bizleri…
***
Belediyenin önünden her geçişte ki burası meydanıdır şehrin, bir diyalogun ortasında bulurum kendimi… Hatıralarımda kalan: 1974 sonrasında silinmiş daha doğrusu puslanmış görüntüler. Belediye binasının yan balkonunda bir siyasetçinin gölgesini görürüm her bakışta… Puslansa da görüntüler zamanını anımsamak, birçok acının ortasında kalan şehrin burnuma vuran savaşın kan kokusuyla birleşir. “Artık barış gelmiştir bu şehre” diyen bir siyasetçi miydi, yoksa belleğimizi sıfırlamaya çalışan dayatma yaşam ve cümlelere karşı konulmaz bir biçimde akışımız mıydı? Barış için savaştan söz açmak olağandır bu şehirde ve sonrasında da diyalogun ilerleyen cümlelerine “göç” denilen kavramı yerleştirmek. O gün o meydana dolan dinleyicilerin bugün için yenilendiğini, hatta değiştiğini söyleyebilirim. Girne halkı yenilenir: dinleyiciler birer birer ya sonsuzluğa göç etmiştir, ya da şehri terk etmiştir; kalanların merkezden uzaklaşarak kendilerine ait küçük saklanma kuleleri inşa ettiklerine ise tanıklık etmekteyiz. Roller ne olursa olsun değişen hem şehrin, hem de insanların değiş-tokuş hallerine karşılık belleğe yazılan yeni diyalogların doğuşunu engelleyemez! Bu aşamada şöyle bir soru düşer aklıma: aynı göçmen kuşlar aynı koordinattan yılın yine aynı zamanında hareket halinde Girne Kalesini selamlarken, insanlar niçin hep değişkendir bu şehirde? Göçmen kuşlar bilir mi cevabını?!
Şunu biliyorum ki: çocukluğumun ülkesinde hep savaş anılır. Yazılır. Anımsanır. Savaşa karşı kaleme alınmış birçok yazının içinde kaybolan insanlarız bizler… Denizin üzerine kurulmuş bir şehirde doğdum ben. Denizin üzerinde yükselen yalnız fenerine bakarak büyüdüm. Çam ağaçlarının arasına çekilen dikenli tellereydi sorularım… Sonra soruları gökyüzüne bıraktım ve düştüm göçmen kuşların peşine… Ne aradığımı ve ne istediğimi bilemeden öylesine gittim peşi sıra kuş sürüleriyle… İnsan yaşamda çizdiği yol haritasını hep hesaplarmış. Hesapsız kitapsız adım atmadığım zamanlarda oldu, şüphesiz ve fakat gelin görün ki ilk uçuş gidip kalmaktan daha gidip de gelmekten yana bir pusulaya aitti. Olmadı, olamadı ama umut hep yanımdaydı. Bazen diyorlar ki bana: abartma şehir özlemini! Abartı var mıdır, bilemiyorum ve fakat gerçek şu ki: bir avuç gökyüzü, bir tutam deniz ve bir de yıldız saklanır avuçlarınızda… Yıllarca… Zamana vurdukça yaşam ve engel çıktıkça önünüze, yıldız hatırlatır size çam ağaçlarının özgür kalabileceği günleri… Niçin esaret altında kaldı çam ağaçları ve niçin sahillerdeki hayalet yalnızlığı? “Ayrılık” olarak algılanmamalı bu halet-i ruhhiye zamanı… Aksine her ayrılık bir kavuşmayı getirir zaman vurdukça kıyılara…
***
Yaşamda zamanımız oldukça dar!
Farkında mıyız?
Girne halkı yenilenir: Birileri fiziksel olarak göçüp giderken başka şehirlere birileri de meçhule giden gemide çoktan yerini almıştır. Meçhule giden gemi, sırası gelen için kalkar Girne Limanı’ndan… Sonrasında anıları kovalamaya kalkan bizlerde ise bulanıktır esen rüzgârların içimizi titreten halleri… Bir çocuk getirir göçmen kuşlar ve bırakır avuçlarını avuçlarıma… Her ne kadar anlatsanız da aktarsanız da yollardaki geçmişe dayalı diyaloglarınızı, görüntüler öylesine silinmiştir ki şehirde, bir türlü hayal haznesi devreye giremez çocuğun küçük akıl yollarında…
Şurada yürüdüm senin yaşındayken, burada geçtim karşıya trafik kaygısı olmadan… Bahçelerinde saklandık yaz geceleri buradaki evlerin… Evleri arar gözlerim. Çoğunun yerinde yeller esiyor bu zamanda… Çoğu yerinde ve fakat içindeki yüzler, bedenler yabancılaşmış. Kimse kimseyi selamlamıyor artık yollarında, limanında serin yaz gecelerini karşılamıyor insanları… Yabancılaşan görüntülerde geçmişten bir iz ararken bulursunuz kendinizi… En azından deniz aynı deniz, gökyüzü aynı gökyüzü ve yıldızlar hep aynı avuntusunda bulursunuz kendinizi… Derken bir yıldız kayar gökyüzünden ve bir gerçeği daha duyumsarsınız: pek çok şey gibi yıldızlar da yeniler şehrin görüntüsünde… Babil kulesini suçlarken bulurum kendimi: Umut’a dönüp, diller değişince karmaşaya kapıldı dünya, derken babam gelir aklıma ve bulutlanır gözlerim…
Suçluyuz!
Suçluyum!
Senin kasabana sahip çıkamadık baba!
Bu haftalık da benden bu kadar.