Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun KKTC Meclisi’ni, yani toplumun siyasi iradesinin şekillendiği en önemli alanı yok sayarak ve Anayasal yetkilerini aşarak New York’ta TC Başbakanı Erdoğan ile imzaladığı Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması ile yapılmak istenen nedir?
Son günlerde özellikle Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti adına, hidrokarbon arama girişimlerinin uygulamaya geçmesi ile birlikte Saray’dan çıkan sesler hiç de çözüme dönük niyetin bir yansıması olarak değerlendirilemez. Yapılmak istenen, adayı ne çözüme ne de huzura kavuşturacak bir politik çıkıştır. Çözüme dönük bir stratejiden öte, masada kalarak çözümü de içerdiği öne sürülen ama ayrılıkçılığı da tartışma masasına çekmeye çalışan bir yaklaşım dile getirilmeye başlanmıştır.
Yaşanmakta olan hidrokarbon arama gerilimi ve buna bağlı girişimlerde, gerilimi azaltmaya dönük etkili diplomatik girişimlerden öte, çatışma dili tercih edilmiş ve egemen KKTC devletinin mütekabiliyet ilkesi gereği karşı girişimi planlanmıştır.
Kıbrıslı Rumların sürece zarar veren arama girişimi, Kıbrıslı Türk liderliğinin “mütekabiliyet” ya da “devletçilik” yani “egemenlik” arzusu bağlamında uluslararası dünya tarafından onaylanmış oldu.
Şunu açıkça belirtmemiz gerekir ki, “Türk tarafı”nın Kıbrıslı Türklerin çıkarı, varlığı ve geleceği açısından çözümü hedefleyen, çözüme inanan ve çözüm için çalışan bir anlayışa sahip olmadığı, bu tavır ile açığa çıkmış oldu. Kıbrıs sorunu ile ilgili öneriler, sadece KKTC’nin Cumhurbaşkanı’na, müzakereleri sürdüren ekibin tercihine veya TC’yi yanlış bilgilendirip yanlış yönlendirme bağlamına indirgenemez.
Geçtiğimiz hafta yazdığım, “Yeni Kıbrıs” paradigması çerçevesinde hem en uygun zamanda KKTC’nin tanıtılması hem de masadan kaçmadan müzakerelere devam etme eğilimi ile hidrokarbon arama krizinin yönetim biçimi tamamen uyuşmaktadır.
Görüşmeleri yöneten bir müzakereci aynı zamanda, ayrılacaksak 1960’a göre malları paylaşalım diyebiliyorsa, ayrılığı bu denli yüksek tonda (hangi bağlamda olursa olsun) resmen ifade edebiliyorsa, bu durum bize Türk dış politikasının fiilen yeni bir yola girdiğini göstermektedir.
Üstelik, 1988’den beri adım adım, hidrokarbon arama prosedürünü, çeşitli ülkelerle münhasır ekonomik bölge anlaşmalarına kadar ileri götüren ve Deniz Hukuku Anlaşmasını imzalayarak uluslararası hukukun dışına çıkmadan yol alan bir taraf ile karşı karşıyayız. Bunu, her ne kadar yanlış zaman diye eleştirsek ve Kıbrıslı Türklerin haklarına dair ortaklığımıza dair vurgu yapsak dahi görmezden asla gelemeyiz.
Bu denli gürültünün tek sebebi, çözümden vazgeçmiş ve tanınacağına dair hayal içerisinde olan bir zihniyetin, iki ayrı egemen komşu devlet haline gelme, yani ayrılma sürecinde ortaya çıkacak doğal zenginlik paylaşımındaki hak iddiası ile ilgilidir.
Dolayısıyla, aklına ayrılığı koymuş ve bunun ne denli irrasyonel, imkansız olduğunu görememiş bir düşüncenin başarısızlık hikayesidir izlediğimiz.
Tekrar vurgulayalım, söz konusu olan Kıbrıslı Türk halkının varlığı ve geleceği ise, tek çare Birleşik Federal Kıbrıs’tır. Çözüm ne bir lütuf ne de çaresizliktir; Kıbrıslı Türklerin en doğal ve en temel hakkıdır. Bunu görmemiz ve bu yöndeki toplumsal haklarımız için mücadele etmemizden başka bir yol da yoktur.