Sarı sıcak bir rüzgarın savurduğu huzur vardı günün o saatinde, koyunlarını güden çobanı o anda gördüm.
Bir yanım denizdi, mavi ve alabildiğine dingin,
Bir yanım ormandı, yeşilin bin bir tonu, olabildiğince nefes.
Önümde yıpranmış bir yol, eskimiş, gidiyorum bir cumartesi öğlen vakti, arabanın camından içime Akdeniz doluyor.
Duruyorum.
Birkaç koyun işgal etmiş köy yolunu, karşıya geçiyorlar, boyunlarında çanlar, koyun çanları... Şıngır, mıngır eden bir sesle konuşuyorlar, bir birlerini takip ediyorlar öylece, çoban sağdaki ovanın içinden, ağaçların arasından yavaşça çıkıyor, beline kadar altın sarısı başakların ardından, ağır aksak yürüyor sanki, yok sanki yürümüyor da yüzüyor o sarılığın içinden adeta.
Yılın bu zamanları Kıbrıs’ın toprağı sarıya keser.
Asfalt yola yaklaşınca, o ağır aksak yürüyüşün öylesine olmadığını görüyorum. Başında gri bir şapka, üzerinde renkten renge girmiş gömlek, saçı sakalı bir birine dolanmış, ayaklarında ise toprağın tozu var.
Toz.
Sihirli kelime.
Adeta eski bir Yunan tanrısı, sürgün edilmiş kaybolmuşluk içinde, artık inananlarını yitirmiş, kendi iç dünyasında yaşamaya tutsak edilmiş gibi, o tozlara bulanmış ayaklarıyla kat ettiği ömründen geriye neler kaldı bilinmez, belki de hâlen doğduğu bu mavi gökyüzü altında maviden düşler kurmaya devam ediyordur, belki de ha vardır artık ha yoktur.
Üç-beş koyun daha geçince önümden, dönüp selam veriyorum, başını hafifçe eğiyor, gülümsemiyor, nereden çıktı bu adam dercesine bir bakış bu, bu kızılca güneşin içinde !
Tek kalmış ayağıyla bastonuna dayanıp, olanca kuvvetiyle bir çırpıda arkamdan yolu geçiyor, sonra diğer sarı başakların arasında kayboluyor. Diğer sarı başaklar bundan haberdar mı bilmiyorum ama bir Mayıs cumartesisi, güneş henüz tepeden batıya yeni düşmüşken ve gölgeler henüz yeni görünür olmuşken, ben sanki orada o renkler arasında o çobanla birlikte kayboluyorum.
Yılın bu zamanları Kıbrıs’ın toprağı ateşe düşer.
Çatlayan kozalaklar, devrilen ağaçlar, kavrulan börtü böcek, nice kuş yuvası, nice insan anısı, nice canlının yurdu, sabahı ve gecesi, bir kıvılcımın doğuşundan payını alacaktır ertesi gün, Mayıs’ın bir pazarında o çobanı gördüğüm yeri, bilincimin kaybolduğu yeri, yani Ağırdağ’ın eteklerini ateşler basacaktır.
Bazen son kez gördüğümüzü bir daha göremeyeceğimiz aklımıza gelmez. İşte sondur artık, toz toz olmuştur, bir çobanın toprağından geriye siyah bir örtü kalmıştır, can yitmiştir, güneşe başını yeni bükenler, çiçeklerine daha yeni davetler verenler tek tek yaklaşan alev dalgaları arasında kalıp yitip gitmiştir.
Yılın bu zamanları Kıbrıs’ın insanları
ah! ile vah! eder.
Çünkü bakıp görürler ki,
günün sonunda her şey bir varmış, bir yokmuşa dönüşecek,
Kendi yurduna sahip çıkmayan bir akılsızlıktan geriye çare olarak, başka yerlere el pençe divan durmak düşecek.
Yanarsak beraber yanacağız,
O çobanın ekinleri, başakları gibi,
Çıktığı engelli patikalardan geriye, ona nasıl bıraktıysak artık, sadece bir günde külden bir yurt bıraktık.
Oysa ki yurt, içinde ayakları halen toza bulanan, kızgın güneşin altında gerekirse elinde bir bastonla, emekle alın teri akıtan insanlar varsa yurttur.
O engelli çobanın verdiği hayat mücadelesi yurttur işte.
O bir kıvılcımla yandı, şimdi sıra bizde belki de.
Birileri çıkıp yine bu yurdu sevmediğinden, bizi de yakacak günün birinde.
Ama bir izmaritle, ama kırık bir şişe ile, ya da çobanın koyunlarına taktığı bir çan sayesinde, ya da görmeyen gözlerimizle.
Çobanın çanı!
Ateş!