“Bir daha bu günleri yaşamayalım...”

Sevgül Uludağ

İki toplumlu çatışmaların meydana geldiği Aralık 1963’te Hamit Mandrez’deki çadırlarda göçmen bir çocuk olarak ailesiyle birlikte zorlu günler geçirmiş olan çok değerli arkadaşımız Oktay Zekai, o günlerde çekilmiş fotoğraflarını sosyal medyada paylaşarak “Bir daha bu günleri yaşamayalım” diye yazdı.

Oktay Zekai, paylaşımında şöyle dedi:

“Bir daha bu günleri yaşamayalım savaş kadar. Bundan daha kötü birşey yoktur. Biz 1963’te bu zor günleri yaşadık... Ama hiç bir zaman kimse bizi ne aradı, ne de merak edip sordu bu insanlar kim diye...  Nasıl yaşarlar, hayatta mıdırlar diye.... Biz cefasını çektik, onlar da sefasını sürerler... Bize hiç değer  vermezler. Çok yazık... Yalnızca 21 Aralık'ta birkaç fotoğraf konup siyaset yapılır. Yapmasınlar, biz çektiğimizle kalalım. Göçmenlik günlerimizi anılarımızla yaşayalım. Bu insanlara verilen değer bu kadarla kalsın. Sayemizde  bu duruma geldiler... Keşke o günleri yaşamasaydık. Çektigimizi biz biliriz... Zor gün anılarımız...”

Geçen yıl Nisan ayında bu sayfalarda, Oktay Zekai’nin babası Kemal Zekai’yle röportajımız esnasında, Oktay Zekai arkadaşımız da Hamit Mandrez anılarını aktarmıştı... O günlerde bu konuda şöyle anlatmıştı Hamit Mandrez’de yaşadıklarını:

“...Cahit vardı, koyduydu bizi arabacığına, bir Fiatcığı varıdı…

Da götürdüler bizi, yarı yoldan aldılar, götürdüler Hamitköy’e…

Gelelim şimdi babam geldi çadırlara…

Geldiğinde da getirdi, biz aç…

Biz ilk gittiğimizde, eğri bacaklı bir gadın varıdı, D… diye, onun evinde galırdık. Bir gazan doldururlardı bu gadar, içine bir avuç buğday… Çorba gibi… Goduklarında çanağa, seçerdin içinde buğdayları…

10 dane çocuk aynı yatakta yatırdı, gadınlar goltuklarda, adamlar da arabada, dışarda…

Ve o gadın derdi bize, “Hade, usandık sizi, hade gaçın artık…”

Biz böyle açıdık…

O açlık sırasında babam geldi, hiç unutmam…  Ondan sonra tabii bize çadır verdiler, gittik… Çadırlara gittiğimizde, babam geldiğinde, babam çetki bizi böyle, godu tepeye… Kimse görmesin, herkes aç guduz zaten.

Oktay Zekai, Hamit Mandrez'de göçmenlik günlerinde...

Ayer amcam da geldiydi o zaman…

Babamın bize verdiği o helliminan ekmeği yedik, bilin? Fırın kebabından on gat daha datlı, hiç hala daha unutmayım onu, unutmam – o gadar lezzetli geldi bize, açlığın üstüne…

Bize verirlerdi bir kutu, o TAÇ piskotcuklar var ya, bir tane alırdı, on dane verirdi her aileye. On dane piskotcuk, hem birşeycik ıvır zıvır…

Narardı birşey?

Yani, o zaman da öyleydi…

Mesela çadırlar varıdı yukarıda, gurdulardı bize, çadırlar yıkılırdı… Bastırırdı rahmetlik annem, yırtardı, çıkarırdı bizi içinden… Gollardı bizi şeye, Mustafa Cabacaba var, bir arabası varıdı, gordu bizi o arabanın içine, gezerdi bütün köyü… Hiçbiri istemez göçmen. Bulursa bir yer, gordu, bulmazsa tekrar getirirdi, sabahtan çadır gurallardı çünkü çamur hep.

Gurardı, yatırdık.

Birgün gene aynı… Şerif Hanım varıdı aşağıda, gadın… Gittik, dedi “Aha ahır var oraşta, istersanız yatın, başka yerim yok…”

Annem ağlardı, hiç unutmam.

Ağlardı annem, “Biz” dedi, “alışığık böyle ahırlarda yatalım?”

Yattık… Sabahtan uyandık. Sabahtan çıktık, gurdular bize çadırı, gittik tekrar.

O çadırlar, her üç-dört günde bir, fırtınada yıkılırdı.

Anneme ondan bir bunalma galdıydı böyle… Hastalık galdı şu yırtardı çadırı da çıkarırdı bizi…

Ve ilk gittiğimizde çadırlara Hamitköy’de, ilk gurduklarında çadırları, işte o çadır resmi yolladım size şu – onda da ikinci çadır bizimidi, önde… O çadırları gurdular, sular gelir, ıslanırdık.

Ve babam tabii köylü olduğu için tülümbe söktü, tülümbeleri dizdi, üstüne saz kesti, onun üstüne gurdu, altımıza bir pataniya gorduk, onun üstüne yatırdık, üstümüze bir pataniya daha… Yatırdık, o gadar…

Son işte o trenyolunu bozdular ve o tahtalarınan kestiler bize böyle yere, İngiliz getirdiydi onları… Kestik goduk çadırların altına da onun üstünde yatırdık…

Ondan geçtik, baraka yaptılar. Tabii o zaman gavgalar olurdu, herkes… Osman Efe, ağa gibiydi onun içinde…

Yakup Beyoğlu varıdı gene, şöferidi… O da alırdı bizi baslarınan da götürürdü bizi okullara Lefkoşa’ya, derelerden… Dere geldiğinde geçemezdik… Hatta bir gün hiç unutmam, tabanca varıdı belinde, patladı, vurdu gendini ayağından… Hamitköy’den gelirdik Ortaköy’e… Dere geldiğinde giderdik geri… Biz da otururduk damında basın… O Yakup Beyoğlu da ondan hatıra galdı bize.

Bir Orhan varıdı, bu sıhhiye işlerine bakardı, yaralılara falan. O da hatıra galdı bize. Son işte baraka yaptılar bize. Barakalara daşındık. Hamit Mandrez’de garakalarda galırdık, gene babam yapardı, yapıcı işte… Raşit Dayı varıdı Allah rahmet eylesin, çok eyi bir adam, bilin, “Bira bu kapağın altında” diye bir reklam var, gördüysan bilmem, böyle bereli, bıyıklı, çok yakışıklı bir adamıdı. Galavaçlı’ydı bu adam. Garısının da saçları gelirdi beline, örülü… Çok hanım bir gadın, çok eyi insanlarıdı… Bu da gomuşumuzudu oraşda…

Ve o çadırlarda biz, herkes, aile gibiydik… Tahta biti çıktı bir ara, hepsimiz bitlendik!  Ondan sonra gene böyle fırtına çıktı, uçtu barakaların damları! Aldılar bizi, götürdüler tekrar okula mokula… Tekrar onarttılar…

Son ev yaptılardı orda.  O evlerin damları da uçtuydu da deldiler, demirinan bağladılardı uçmasın! Biz bütün gün ovalarda…

Babam işlerdi, mevzi yapardı – o fotoğrafı attım sana, Vikla Tepesi’ndeki mevziyi o yaptıydı… Vikla Tepesi, Kara Tepe’nin karşısındadır, o yeni yol yaptılar şu. Onu babam mevzi yaptı, tünel yaptı, onun örmelerini taş işledi. Babam yaptı hep, fotoğrafı da var....”

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – Nisan 2021).


 Araştırmacı yazar George Kumullis, 21 Aralık 1963’ün yıldönümüne ilişkin görüşlerini kaleme aldı...

“Kıbrıs tarihinin çarpıtılması...”

George Kumullis

(Çok değerli arkadaşımız, araştırmacı yazar George Kumullis, 21 Aralık 1963’ün yıldönümü nedeniyle geçtiğimiz Cumartesi günü (17.12.2022) POLİTİS gazetesinde bir yazı kaleme aldı. “Kıbrıs tarihinin çarpıtılması” başlıklı bu yazıyı ricamız üzerine bizi kırmayarak Rumca’dan İngilizce’ye çevirdi, biz de okurlarımız için Türkçeleştirdik özetle... S.U.)

Esas konuya geçmeden önce, “iyi” bir Yunan’ın hiçbir zaman özeleştiri yapmaması gerektiği çünkü bunun Türkler’in propagandasına hizmet ettiği yönünde görüş belirtenlere yanıt vermek istiyorum... Bunu iki ana nedenden ötürü reddediyorum: Birincisi, özeleştiri bizlerin aynı hataları yapmamızı önlemeye yardımcı olur. İkincisi ve daha da önemlisi, gerçeği gizleyen bir yazı sahte olacaktır, tümüyle propaganda olacaktır ve nihayetinde bunu yazan yazar, tümüyle gözden düşecektir. Lucian’ın dediği gibi tarihi kaleme alanlar korkusuz ve özgür olmalı, cesaret ve gerçeğin dostu olmalı, küreğe de kürek diyebilmelidir...

Böylece Lucian’ın ruhuyla cesaretlendirilmiş vaziyette, ileriyorum...

Birkaç güne kadar 21 Aralık denen o korkunç günün üzerinden 59 sene geçmiş olacaktır. Bu üzücü yıldönümü, Kıbrıs’ın tarihinde bir dönüm noktasını belirlemektedir ve haftalık makalemde bu konuda yorum yapma hevesinden kendimi alamıyorum...

Zürih ve Londra’da yumurtadan çıkan iki toplumlu devlet, Aralık’ta o gün çökmüştü, iki toplumlu şiddetin başlangıcıyla birlikte... Bizler – yani çoğu gazeteler, okullar, televizyon kanalları ve hatta “Büyük Kıbrıs Ansiklopedisi” Polignosi bile, iyi birer papağan gibi Aralık 1963’te “Türk ayaklanması”nın patlak verdiğini tekrarlıyoruz. Ancak “ayaklanma” ne demektir? İsyan demektir, devrim demektir, statükonun tek taraflı olarak ve şiddetle ortadan kaldırılması demektir. Dünya tarihine bakacak olursak, birşeylerden yararlanmakta olanların hiçbir zaman isyan etmemiş olduğunu görürüz. Öyleyse Anlaşmalar’dan yarar sağlayan Kıbrıslıtürkler neden isyan etsinlerdi ki? Bir azınlık olmaktan, Kıbrıslırumlar’la Yasama, Yürütme ve Yargı bakımından kesin bir eşitliğe sahip bir toplum olmaya doğru durumları yükseltilmişti...

Kıbrıslıtürkler’in nüfustaki oranı yüzde 18.2 iken, Kamu Görevli’nde yüzde 30 ile, Polis’te ise yüzde 40 oranında temsil edilmekteydiler. “Anavatan”ları Türkiye ise, Kıbrıs’ta askeri bir varlık kazanmıştı, tek taraflı müdahale haklarına sahip bir garantör olarak... Bu koşullarda bu durum, Kıbrıslıtürkler için ideal bir çözümdü... Denktaş, bu anlaşmayı “Türkiye’nin Kıbrıslıtürkler’e verebileceği en parlak anlaşma” olarak tanımlamıştı, “çünkü Kıbrıslıtürkler’in bir toplum olarak onurunu ve Türkler olarak adadaki varlığını korumaktaydı...” (Fileleftheros – 25.2.1959).

Bu çözümden tatmin olmayanlar Kıbrıslırumlar’dı, onlar bağımsızlıktan sonra da ENOSİS’te ısrar ediyorlardı... ENOSİS hedefi hiçbir zaman terkedilmemişti... EOKA savaşçıları anma törenlerinde, ENOSİS için mücadele yönünde kararlılık teyid edilmekteydi. İnsanı en fazla şoke eden örnek ise 15 Eylül 1960 tarihinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin deklare edilip kuruluşundan yalnızca birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne Kıbrıslırum belediye başkanları, sendika temsilcileri ve gazeteciler tarafından gönderilen bir mektuptu – bu mektupta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler’e üye bir devlet olarak kaydedilmesine karşı çıkıyorlardı çünkü kendilerine göre bu, “temel insan haklarını çiğnemekteydi”! (“Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak ilanı” başlıklı Chronicle Dergisi’nde 7 Kasım 2010’da yayımlanan yazıya bakınız). Bir süre sonra, 1961 yılından “Akridas Örgütü” Makarios’un kutsamalarıyla kurulmuş ve ENOSİS’i gerçekleştirmeyi hedefleyen komplocu bir plan yapılmıştı. Bugün dahi Başpiskopos tarafından ileri sürülen bu anayasa değişikliklerinin yalnızca Kıbrıslıtürk liderliğiyle müzakerelere zemin teşkil etmek üzere ortaya konmuş olduğunda ısrar ediyoruz. Ancak Büyükelçi ve Dışişleri Bakanlığı eski Genel Direktörü (Müsteşarı) Sayın Alekos Zenonos’un POLİTİS’te 30 Ekim 2022’de çıkan bir makalesinde belirttiği gibi: “Bu tam olarak gerçek değildi çünkü Türkler’in reddi durumunda da bu anayasal revizyonun tek yanlı olarak ileri götürülmesi niyeti bulunmaktaydı...” Bu durum, Makarios’un 7 Ağustos 1963 tarihinde Fileleftheros’ta yayımlanan demeçlerinde de teyid edilmektedir. Yazının başlığı “Gerekirse anlaşmaların revizyonu ve Anasal değişiklikler tek yanlı olarak ileri götürülecektir” şeklindeydi. Kısacası Makarios’un tavrı, ayaklanmayı oluşturmaktan başka ne işe yarayabilirdi? Yani, Türk ayaklanması değil, Rum ayaklanması demek istiyorum...

Elbette Kıbrıslıtürkler de olası bir savaş çatışması için hazırlık yapmaktaydılar, Ekim 1959’da “Deniz” adlı Türk gemisinin, Türkiye’den Kıbrıs’a silah taşırken yakalanması bunun kanıtıdır – aynı şekilde 14 Eylül 1963 tarihli resmi bir gizli dökümanın ortaya çıkması da kanıttır, bu belge, çarpışmalar başlamadan önce Kıbrıslıtürk nüfusun, tek bir bölgede toparlanması planlanmaktaydı. Kıbrıslıtürkler’in Anlaşmalar’dan memnun olduğu dikkate alınacak olursa, o zaman ana motivasyonları neydi bu konuda? Niyazi Kızılyürek’in değerlendirmesine göre, “Kıbrıslıtürk liderliği ile TMT, Kıbrıslıtürkler’in anlaşmaları “geçici bir evre” olarak gördüklerinden emin bir vaziyette, bunları yok etmeyi vazife edinmişler, ayrı bir toplum olarak Kıbrıslıtürk rejimini alaşağı etmeyi amaçlayan herhangi bir Kıbrıslırum eylemine karşı “dinamik biçimde tepki vermeyi” kendilerine hedef olarak belirlemişlerdi... (Niyazi Kızılyürek’in “Bir Hınç ve Şiddet Tarihi” adlı kitabına bakınız – sayfa 475). Kısacası, Kıbrıslıtürkler’in taksim hedefi, bizim ENOSİS saplantımızın bir sonucu olabilir miydi?

Budanmış olsa dahi eğer bize verilmiş olan bağımsızlığı yürekten desteklemiş olsaydık ve “asırlardır” düşmanımız olanları şeytanlaştıran nefret propagandasını durdurmuş olsaydık ne kadar farklı bir Kıbrıs olabileceği yönündeki akademik soru da havada asılı duruyor... TMT solacaktı, yerine bir sevgi, barış ve kardeşlik ağacı çiçeklenecekti, tek taraflı işgal haklarını öngören Garantiler Anlaşması da nihayetinde ölü bir kağıda dönüşecekti...

(George Kumullis’in POLİTİS gazetesinde 17.12.2022’de yayımlanan Rumca yazısını, kendi çevirdiği İngilizcesi’nden Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

Ressam Dafne Triminikliodis'in savaş karşıtı bir çalışması...