Bir damlayız tenhasında hayatın…
Önce kendimize akarız…
‘Serseri’ düşler kurarız, ağzımızdan hiç dinmez sevdanın sesleri…
Tükenmez bir iştahla sorgular dururuz kendimizi…
Yeriz, bitiririz adeta...
Pişmanlıklar biriktiririz irili ufaklı...
İnkar ederiz sonra...
En çok da yüzleşmekten korkarız.
Gülümseriz yine de güçlüklerin tortusundan aşırttığımız kadife zamanlara…
***
Ne zaman ki düşeriz nehre, uçsuz bucaksız bir sürüklenme başlar.
Boğulmaya dahi razıyız artık, ‘vasatın’ teslim aldığı ruhumuza karşı...
Ya ‘sırılsıklam’ bir yalnız vardır yine...
Ya aşk her yerde...
İşte o an kontrol gitmiştir elden…
Bedenimiz ürperir…
Aklımız yürek akıntısında çırpınır durur uçsuz bir mavide…
Titreriz, en fazla da hayal küpünden bir türlü çalamadığımız ‘bilinmezler’ denklemine.
Köpüklerden şehvetler yaratırız…
Bir heykeltıraş ustalığında öpüşler yontarız ha bire...
“Akıntıya kürek mi çekiyorum acaba?” duygusu eksilmez yine de içimizden.
***
“Henüz icat edilmedi; anlamayana anlamayı öğretecek bir lisan” der Cehov!..
İşte akıntıya kürek çekmemiz bu yüzdendir çoğu zaman…
Nedense ‘yeterince anlaşılmamak’ gibi kurtlar kemirir durur beynimizi…
Sizin ‘beni anlamıyor’ dedikleriniz de, eminin olunuz ki ‘neden anlaşılamadığını’ düşünür durur aynı anlarda…
***
Birhan Keskin’den gelsin ‘nokta’...
... “Öyle uzun ki dünya; katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya...
Mümkündür yol yapmaya bir ömür...
Yol almaya...”
***
Bir damlayız tenhasında hayatın…
Çok daha fazlası değil...
Yine de ‘yol almak’ elimizde...
Ya düştüğünüz yerde...
Öylece...
Ya da uçsuz bucaksız bir nehirde...
Kimseler anlamazsa, içine aktığımız su bizi anlayacaktır nasılsa...