Üzerinden 15 gün geçti. Tarih, hangi sonuca bağlayarak yazacak şimdilik bilmiyoruz fakat içinde bulunduğumuz “an” üzerinden elimizde ne var bakalım:
DARBENİN ENVANTERİ…
TSK açıklamasına göre 15 Temmuz darbe girişimine 1214’ü askeri öğrenci, 1676’sı er ve erbaş olmak üzere toplam 8651 TSK mensubu katıldı. (İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın açıklamasına göre ise darbe girişimi sonrasında 10.012 asker gözaltına alındı. ) Kalkışmada 24’ü muharip uçak olmak üzere 35 savaş uçağı, 8’i taarruz amaçlı olmak üzere 37 helikopter, 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı araç, 3 savaş gemisi, 3992 adet hafif silah kullanıldı.
İSTİHBARAT VE KOMUTA “SORUMSUZLARI”…
Erdoğan’ın eniştesinden, Başbakan Binali Yıldırım’ın kendi ifadesiyle “korumaları ve eşinden dostundan” öğrendiği darbe girişiminin ardından istihbarat sorumluluğu bulunan MİT Müsteşarı Hakan Fidan görevden alınmadı. Devlet ricalinin açıklamalarına göre Fidan saat 16:00 da darbe girişimini haber almıştı fakat her ne hikmetse Erdoğan ve Başbakan, kalkışmayı saatler sonra, tanklar caddelerde boy göstermeye başladığında “eşten dosttan” öğrenmişlerdi.
İlginç değil aslında ama darbe girişiminden sadece üçbuçuk ay önce, 31 Mart 2016’da “TSK içerisinde Fethullahçı cunta oluşumlarının bulunduğu ve bir kalkışma hazırlığı içerisinde olduklarına dair haberleri” o bildik ceberut üslupla, şiddetle yalanlamıştı Genelkurmay Başkanlığı: ““Türk Silahlı Kuvvetlerinde disiplin, mutlak itaat ve tek emir komuta esastır. Hiçbir yasa dışı, emir-komuta hiyerarşisi dışı oluşum ve/veya harekete taviz verilmesi söz konusu değildir. Kahraman silah arkadaşlarımızın moral ve motivasyonunu bozan bu tür haberleri çıkartan ve yayanlar hakkında hukuki işlem başlatılmıştır” açıklamasını yapan; kalkışma sırasında darbeciler tarafından rehin alınan ve saatler sonra “kurtarılan” Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar görevden alınmadı. Genelkurmay Başkanıyla birlikte Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları da görevlerinde kaldılar.
ELİYLE KOYMUŞ GİBİ TEMİZLİK!...
Darbe girişiminin bastırılmasının ardından Türkiye genelinde gözaltı ve tutuklamalar, devlet kadrolarında başlatılan temizlik operasyonları Fethullahçı örgütün devlet içerisinde elde ettiği gücün boyutlarını ortaya koydu. İlginç olan, hükümetin hangi kamu kuruluşunda kimlerin Fethullahçı örgütle ilişkisi olduğuna dair geniş bir fişleme veri tabanının bulunduğunun ortaya çıkmasıydı. Darbe girişiminin hemen ertesi günü 70 bine yakın kamu görevlisinin tasfiyesine başlandı.
28 Temmuz itibarıyla sadece 42.767’si Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, 8.777’si İçişleri Bakanlığından olmak üzere 66 .036 (Altmışaltı bin otuzaltı) kişi açığa alındı. Özel eğitim kurumlarında çalışan 20.000 öğretmenin lisansı iptal edildi. OHAL kararnamesiyle 15 üniversite, 5 sağlık kuruluşu, 104 vakıf, 1125 dernek, 19 sendika, 104 öğrenci yurdu, 934 eğitim kurumu, 16 televizyon, 3 haber ajansı, 45 gazete kapatıldı. Hükümete yakın kaynaklar, kamu kuruluşlarındaki operasyonun devam edeceğini ve görevden alınacakların sayısının 100 bini geçeceğini bildiriyorlar.
Kamudaki “temizliğe” eş zamanlı olarak Fethullahçı örgütün para kaynaklarını oluşturan dev şirketlerin yöneticilerine başlatılan operasyonlarda da çok sayıda kişi gözaltına alınmaya devam ediyor.
Fethullahçı örgüte dönük operasyonun sınırları genişlerken, Hükümetin toz duman arasında muhalif isimleri de “torbaya tıkıştırma” fırsatını kaçırmadığı görülüyor. Fethullahçı örgütle uzak yakın ilişkisi bulunmadığı bilinen gazeteci Bülent Mumay operasyonlar kapsamında gözaltına alındı.
SOKAKLAR ÖZGÜRLÜKLERİ DEĞİL ERDOĞAN’I SAVUNDU…
15 Temmuz gecesi yaşananlar, Fethullahçı darbecilerin gözünü kan bürümüşlüğünün de göstergesi oldu. Halkın üzerine ateş açıldığı, tankların önüne çıkan otomobillerle birlikte insanları ezdiği, TBMM’nin bombalandığı, helikopterlerle meydanların tarandığı darbe girişimine direnen 246 kişi alçakça katledildi.
Darbenin duyulmasıyla birlikte başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere ülkenin bütün kentlerinde onbinlerce insan sokaklara döküldü. Boğaziçi köprüsü, Atatürk Havaalanı, TRT binası, bazı önemli asreki kışlalar gibi kritik noktalara yığılan binlerce insan kendilerine ateş eden askerlerin, tankların önüne atıldılar.
104 darbecinin de hayatını kaybettiği darbe girişimi, kalkışanların sergilediği gözü dönmüşlük ve direnenlerin sergilediği gözü kara cesaretle Cumhuriyet tarihinin en kanlı olaylarından biri olarak tarihe geçecek.
Olağanüstü durumlarda yavaşlatılmasına ya da erişiminin engellenmesine alıştığımız sosyal ağlara bu kez erişim sorunu yaşanmadı. Sosyal ağlara karşı olduğu bilinen Erdoğan’ın, bazı televizyon kanallarına Facetime uygulamasıyla bağlanarak vatandaşlara sokağa çıkma çağrısı yapmasıyla birlikte meydanlara akan insan sayısında büyük artış gözlendi.
Her türlü muhalif gösteriye karşı İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde “güvenlik gerekçesiyle meydan sınırlaması” yapan AKP bu kez güvenlik endişesini bir yana bırakarak tüm meydanları “millete” açtı.
Meydanları dolduranların güvenliğine yönelik tedbirlere ihtiyaç duyulmayan 15 Temmuz sonrası süreçte İstanbul genelinde tüm ulaşım araçlarının 31 Temmuz gecesine kadar ücretsiz hizmet vermesi sağlandı.
Ellerinde Türk bayrakları ve tekbirlerle meydanları dolduran insanlarla yapılan çok sayıda röportaj, insanların “Fethullahçı kalkışmaya karşı Erdoğan’ı ve AKP iktidarını savunma” saikiyle sokağa çıktıklarını ortaya koydu.
Her ne kadar bazı yorumcular meydanları dolduranları “başı açık- tesettürlü” beraberliğine indirgeseler de; sokaklarda yükselen sloganlara, afiş ve pankartlara bakıldığında, sokağa dökülenlerin temel motivasyonunun insan hakları, temel hak ve özgürlükler ile demokrasi motifleri yerine tamamen İslami motiflerle bezeli bir Erdoğan sahiplenmesi olduğu görüldü. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, 15 Temmuz sürecinde meydanların, Gezi sürecindeki sosyal, sınıfsal ve siyasal çeşitlilikten çok uzak olduğu ve “sele dönüşen dini ve milli duygularla” Erdoğan ve AKP etrafında bir koruma kalkanı oluşturma endişesi içerisindeki onbinlerle doldurulduğu görüldü.
İSTEYENE İDAM, İSTEYENE HAİNLER MEZARLIĞI, İSTEYENE TOPÇU KIŞLASI!
Darbe girişiminin bastırılması ve Hükümetin kontrolü ele geçirmesinin ardından Olağanüstü Hal ilanının meydanları dolduranlarca coşkuyla karşılanması, “özgürlük ve demokrasi” yerine “idam” taleplerinin yükseltilmesi, sokakların özgürlükleri değil Erdoğan’ı savunmak üzere doldurulduğunu ortaya koydu.
“Demokrasi nöbeti” adı altında örgütlenen “resmi gösterilerde” AKP ve devlet ricali yanında hizalanan kitlelere: “idam”, “hainler mezarlığı” gibi müjdeler (!) verilirken, Gezi olaylarına yol açan Topçu Kışlası yeniden gündeme getiriliyor. Bütün bunlar, meydanları dolduranların “demokrasi kriterleri” hakkında yeterince fikir veriyor.
Meydanlarda geleneksel muhafazakârlığın ve milliyetçiliğin “sınırlarında” dolaşan söylemlerin kullanılması, tüm organizasyonun AKP örgütleri merkez alınarak devlet imkânları sonuna kadar kullanılarak gerçekleştirilmesi, iktidarın 15 Temmuz’u siyasi bir fırsata çevirmeyi başardığını ortaya koyuyor.
HEM DARBE, HEM AKP KARŞITLARI…
AKP karşıtı, laik hassasiyetleri olan geniş bir kesim, sokaklarda ortaya çıkan manzaradan duyduğu rahatsızlığı evlerine çekilerek gösterdi. 24 Temmuz’da CHP öncülüğünde Taksim’de gerçekleştirilen mitinge katılmayı tercih ve “darbe karşıtlığı ile sivil dikta karşıtlığı” vurgusunu bir arada yapmaya özen gösteren laik kesimin darbe girişimine ilk dakikalardan itibaren mesafeli durması, desteklemeye dönük bir tutumdan kaçınması dikkat çekti.
CHP, MHP ve HDP 15 Temmuz gecesi darbe girişimini birer bildiriyle kınadılarsa da kendi kitlelerini harekete geçirecek sokağa çıkma çağrılarından da uzak durdular. CHP ve MHP’li milletvekilleri, AKP’li vekiller ile birlikte TBMM’nin bombalanması sırasında mecliste toplanarak önemli bir direniş gerçekleştirdiler. Bu ortak direniş, sonraki günlerde ortak TBMM bildirisine dönüştüyse de Erdoğan’ın Külliye’de gerçekleştirdiği toplantıya sadece AKP, CHP ve MHP Genel Başkanları davet edildi. Süreci büyük bir ustalıkla yöneten Erdoğan bu toplantıyla Külliye’nin meşruiyetini tescil ederken, HDP’ye karşı ayrımcı tutumunu sürdürme kararlılığını da korudu.
YANITSIZ SORULAR…
15 Temmuz’un üzerinden 15 gün geçmesine ve “devlete sızmış” 70 bine yakın kamu personelinin tasfiye edilmesine rağmen darbenin komuta kademesinin hâlâ neden deşifre olmadığı en önemli soru olarak yanıtını bekliyor.
Darbe girişimi istihbaratının saat 16:00 da alınmasına, iddiaya göre Genelkurmay’da saat 17:00 den itibaren darbenin önlenmesi için teyakkuza geçilmesine rağmen, MİT’in ve Genelkurmayın Erdoğan ve Başbakan başta olmak üzere Hükümet yetkililerine neden haber vermedikleri sorusu yanıt bekliyor.
Geçtiğimiz Mart ayından itibaren ordu içinde Fethullahçı cunta oluşumlarının harekete geçtiği bilgisine rağmen Genelkurmay’ın neden önleyici adımlar atmadığı sorusu yanıt bekliyor.
Genelkurmay açıklamasına göre TSK’nın %1.5’luk grubunun katıldığı darbe girişimi karşısında %98.5 luk gücün neden devreye sokulamadığı sorusu yanıt bekliyor.
350 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylarda istihbarat ve komuta sorumluluğu olan MİT Müsteşarının, Kuvvet Komutanlarının neden görevden alınmadığı, devlet yönetiminde neden hiç kimsenin istifa etmediği sorusu yanıt bekliyor.
Hükümetin devlet içerisine sızmış 70 bin kişiyi bir anda tasfiye edebilme gücü varken ve Erdoğan 17-25 Aralık’tan beri Fethullahçı çetelere karşı büyük bir mücadele yürütürken, bu güne kadar bu tasfiyenin neden yapılmadığı sorusu yanıt bekliyor.
KİM KAZANDI, KİM KAYBETTİ?
En büyük korku unsurunu oluşturan TSK ve devlet içerisindeki yuvalanmasının imha edildiği 15 Temmuz sürecinin kaybedeni kuşkusuz Fethullahçı çete… Sürecin en hayırlı sonucu bu olsa gerek… Bununla birlikte darbenin komuta kademesinin deşifre edilememesi, Fethullahçı çetenin uluslar arası gücünü hâlâ koruması, tehlikenin henüz sonlanmadığının da kanıtı.
Darbenin örtülü biçimde ABD ve Batı tarafından desteklendiği yönündeki iddiaları yükselten AKP çevreleri, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yeni ve krizlerle dolu olmaya aday bir sürece girmekte olduğunu düşündürüyor. Batı ile ilişkileri öteden beri sorunlu olan Türkiye için AKP’de böyle bir eğilimin güçlenmesi, gelecekte daha da büyük sorunlara yol açacak.
15 Temmuz ve sonrasında etkin bir inisiyatif alamayan, sokağı yönetemeyen, kanlı bir darbe girişimine karşı mücadeleyi demokrasi, insan hakları ve özgürlükler eksenine oturtamayan; aksine Erdoğan’ın yörüngesine giren muhalefet, sürecin bir diğer kaybedeni.
7 Haziran 2015’ten itibaren hızla bir şiddet sarmalına yuvarlanan Türkiye, darbe girişimiyle birlikte daha da kırılgan bir yapı kazandı. Olağanüstü Hal ilanı ile Hükümete, polis ve savcılara tanınan süper yetkiler ve uygulamalar Türkiye demokrasisini daha da tartışılır hale getirecek. Hükümetin darbe girişimi sonrası ortaya çıkan atmosferden yararlanarak tüm muhalif unsurları sindirmeye ve imha etmeye kararlı görüntüsü, Türkiye’nin 15 Temmuz öncesinden daha da karanlık bir geleceğe yürümekte olduğunu gösteriyor.
Kazanan kim? Cumhuriyet tarihinin en ağır, en kanlı kapışmasından liderliğini pekiştirerek çıkan; yetkilerine ve gücüne güç katmış görünen tek kişi şimdilik Erdoğan… 2002’den beri ittifaklar kurup dağıtarak ve her seferinde güçlenerek iktidarını perçinleyen Erdoğan, kendisine karşı en büyük tehdit olarak gördüğü eski ortağı Cemaati bu kez bir daha kolay kolay toparlanamayacak biçimde tasfiye imkânı buldu. Artık tek rakibi kendisi… Erdoğan 15 Temmuz sonrasında kendi tabanının konsolidasyonunda çok ciddi bir avantaj sağlarken, bir yandan da arzu ettiği güç ve yetkileri daha kolay elde edecek ortama kavuştu.
Darbe sonrasında ürküp ehlileşen muhalefetin, arzuladığı çizgide hizalanması; Erdoğan’a Genelkurmay ve MİT’in doğrudan kendisine bağlanması gibi gücünü artıracak yeni talepleri dile getirecek biçimde “el yükseltmesini” sağladı.
Bundan sonrası, Erdoğan’ın hayallerini gerçekleştirmek üzere formaliteden ibaret…