1974’te savaş esiri olarak Kıbrıs’tan Türkiye’ye götürülen ve 75 gün süreyle Türkiye hapishanelerinde kalan Dimitris Tumazis’in tuttuğu notlara kendi hisleri ve düşüncelerini de ekleyen Maraşlı ünlü Kıbrıslırum yazar Vivian Avramidu Plumbis’in, “Bir esirin sessizliği” başlıklı yeni kitabı yayımlandı.
Dimitris Tumazis’in yıllar boyunca hiç kimsenin kendisine başından neler geçtiğini sormayışına çok bozulmasını anlattığı bir röportajı dinledikten sonra bundan etkilenen ünlü yazar Vivian Avramidu Plumbis, nihayetinde Tumazis’in tuttuğu günlük şeklindeki notlardan hareketle bu kitabı kaleme aldı.
Yunanistan’da bir televizyon kanalı için röportajlar yapan Aleksandra Hristakaki’nin Dimitris Tumazis’le röportajını okurlarımız için özetle çevirmeye çalıştık… Röportajın orijinaline giden link’i, bu yazının sonunda bulabilirsiniz. Biz “google translate” aracılığıyla röportajı çevirmeye çalıştık. Aleksandra Hristakaki, bu konuda şöyle yazıyor:
“Bir esirin sessizliği – ‘Bir Kıbrıslı esirin öyküsünü bilmeyi neden herkesin reddettiğini hala düşünüyorum’…”
*** Resmi Kıbrıs devleti, Kıbrıs adalet kurumları, Uluslararası İnsan Hakları Mahkemeleri onu tanıklık etmeye hiçbir zaman çağırmamış. ‘Türk işgali esnasında herşeyimizi kaybettik. Evsizlik, yurtsuzduk, mülksüzdük, hayatta kalmak için çalışmak zorundaydım… Kendi halkımız bile bizi sömürdü’ diye yazıyor günlüğünde Tumazis…
*** Resmi Kıbrıs devleti, Kıbrıs’ın adalet kurumları ve Uluslararası İnsan Hakları Mahkemeleri, 1974’teki Türk işgali ardından Türkiye hapishanelerinde 2.5 ay esir kalan Dimitris’i deneyimleri hakkında tanıklık etmeye hiçbir zaman çağırmamış. Henüz 19 yaşındaki bir gençken darbe ve Türk işgali ardından Türkiye hapishanelerinde bir esir olarak ona gülünmesi, hakaret edilmesi, ölümcül silahlarla hedef alınması gibi yaşadığı acılar için Kıbrıs devleti ona herhangi bir şey vermemiş…
*** Kıbrıslı askerlerin esir alınmasından utanç ve suçluluk mu duyuyorlardı? Bir savaş esiri olarak simgesel bir emekliliği hala almamış çünkü Kıbrıs’ta yaşamıyor (Kıbrıs’ta yaşamayanlara bu emeklilik verilmiyordu – S.U.)
*** “Bana sormadılar, bana tazminat vermediler, beni psikolojik olarak desteklemediler” diyor Tumazis. 2019’da çekilen bir belgeselde bir Kıbrıslı bakan devletin her zaman onların yanında olduğundan sözetmiş. “Ayağa kalkıp yanıt verdim. Bir savaş esiri olarak 2022 yılına kadar benim bu ödeneği alma hakkım yoktu çünkü Kıbrıs dışında yaşıyordum. Şimdi yani aradan 50 sene geçtikten sonra bize bu hakkı vermeye karar verdiler – Kıbrıs içinde ve Kıbrıs dışında yaşayan eski savaş esirlerine yani – tabii bunun koşulu da esir tutulmuş olduğumuza dair Kızılhaç’tan bir belge götürmektir.”
*** Askeri hizmetini tamamlamış olduğunu kanıtlamak için de böyle bir belge lazımmış ve bu konuda zorluklar ve engeller ortaya çıkıyormuş. “Yalnızca devletin sessizliği değildi sözkonusu olan” diyor Tumazis. “Annem bile ben esirlikten döndükten sonra Londra’da buluştuğumuzda – dört kardeşimle işgalden sonra oraya yerleşmişti – şok içinde bana sarıldı ve derhal kendini bir odaya kilitledi, hiçbir zaman neler çektiğimi bana sormadı. İkibuçuk ay boyunca ölmüş olduğumu düşünmüştü… O kadar yaralanmış ve üzgündü ki hayatta olmamın sevincini kaldıramıyordu… Herkes için çok büyük bir şoktu bu… Tüm bunlar beni dondurdu ve beni çok büyük bir yalnızlığa itti. Herkes benim “kayıp” olduğumu ya da ölmüş olduğumu düşünmekteydi… Ancak canlı olarak geri döndüğüm zaman herkes ağzını kapalı tuttu. 1976 ile 1980 yılları arasında günlük olarak başkalarının sessizliği hakkında notlar tuttum, günlük tuttum notlar halinde. Bugün inanılmaz şeyler duyuyorum… Beni sorularıyla üzmek istemedikleri için soru sormadıklarını, tecavüz kurbanı olduğumu, tacize uğradığımı düşündüklerini anlatıyorlar bugün bana… Herkes kendine göre bir değerlendirme yapıp sessiz kaldı, kimse de soru sorup da benim gerçekliğimi öğrenme cesareti bulmadı.”
*** Londra’da 1976-1980 yılları arasında tuttuğu günlükleri gösteriyor, kendini yaralayan o sessizlikle başedebilmek için tutuyordu bu notları… Esirliği karşısında takınılan sessizliğinin neden olduğu o kabusla başedebilmek için… “Konuşma ihtiyacım vardı ancak insanlardan herhangi bir yanıt alamadığım için düşüncelerimi kağıda döküyordum… Elyazısıyla yazıyordum… Tuttuğum bu notları Maraşlı Kıbrıslı yazar Vivian Avramidu Plumbis inceledi… Birinci yeğenimle 1974’te arkadaştı, onlar hayatta olup olmadığımı bilmiyordu. Sonra da Vivian ve ailesi Atina’ya gitmişti… “Bir esirin sessizliği” başlıklı kitabını yazdı, şimdi bu kitap “Ink” yayınlarından çıkıyor. Şimdi bile bir esirin ve bir göçmenin ne olduğunu insanların anlaması gerekir. Esirlik ve göçmenlik size çift kimlik verir ve bu kimlik sizi asla terketmez…”
*** “Bu çift kimlik hiçbir zaman terketmez sizi. O dönemden bu yana ilişki kurduğum tek kişi, Kıbrıslı heykeltraş Filippos Yapanis oldu. Türkiye hapishanelerinde onunla aynı yerde kalmaktaydık. Aileme bir savaş esiri olarak tutulduğum hakkında yazdığım notu götüren de o olmuştu... Buluştuğumuzda kendi ortak konuşma dilimiz vardır. Yıllarca o da sessizdi. Yakın geçmişte onun esirliği hakkında bir kitap yayımlandı, acısını da heykel sanatıyla ortaya koyuyor... Benim kabusum esirlik değildir, benim kabusum insanların sessizliğidir.”
*** “Hapishanedeyken, anlaşamadığınız insanları marjinalize etmenin ne kadar adaletsiz bir şey olduğunu farkettim. Hapisteyken pek çok davranışımı gözden geçirdim. Yunanistan’a geldiğimde, oradaki siyasi tutukluların tarihçesini öğrendim çünkü Atina’da kaldığım apartmanın sahibi, ideolojisi nedeniyle hapse atılmıştı. Ben Türk yurttaşlardan nefret etmiyorum, bazıları alel acele beni bu konuda suçlamış olsa da. Benim sade Türk yurttaşlarına karşı herhangi bir kızgınlığım yoktur. Aynı zamanda ELDİK üyelerinin (Kıbrıs’taki Yunan Alayı – S.U.) yaptığı barbarlıkları da unutmuyorum... Duygularımla nasıl başediyorum? Korkuyla? Donuyorum, yeniden başlıyorum... Bir patlama bütün duyguları alıp götürüyor... Sonra tekrar değerler ve empatiyi yeniden entegre ediyorum... Çok acı vericidir çünkü hala savaş esirleri vardır...”
*** “Ben Mağusa’da 1954’te doğdum ve 1974’teki Türk işgaline kadar orada yaşadım. Esirliğim sonrasında Londra’ya gittim, orada öğrenim gördüm ve 2001 yılına kadar orada kalıp çalıştım. 2001’den bu yana da Atina’da yaşıyorum... İngiliz İşgali hakkında hatıralarım vardır, yoğun olaylardı bunlar, evimin avlusunda yaşanan – Kıbrıslı erkekleri dikenli güllerin üstüne savurmuşlardı... Evimizin bodrumunda saklanan birini arıyorlardı. Korkunçtu... 1974’te darbenin olduğu günü de hatırlıyorum. Ben seferi idim, Mağusa dışında görev yapıyordum. 20 Temmuz 1974’te işgalin olduğu gün kamyonlara doldurulduk ve bilinmeyen bir yere götürüldük. Havan topuyla nereye ateş ettiğimizi bilmeden, kendi insanlarımıza mı yoksa düşmana mı ateş ettiğimizi bilmeden ateş açıyorduk. Bu konuda hala sorularım vardır ve suçluluk duygusu... Pek çok evladımız bu çarpışmalarda hayatını kaybetti. Ertesi gün korumasız biçimde bulduk kendimizi, uçaklar dövüyordu ortalığı... Bir trençe girerek kurtulduk... Bir katliam yaşanıyordu. Kurtarılmış olanların üzgün yüzleri hala belleğimdedir... Kaç kişi öldü sorusuyla birlikte...”
*** “Bilmediğimiz bir ormana girdik... Ateşkes olduğundan sözettiler bize. Aniden kafamın üstünden geçen ıslık gibi bir ses duydum, ikinci kez sona yaklaştığımızı hissettim. Sonra bir geceliğine başka bir bölgeye gittik ve nihayetinde Mia Milya sanayi bölgesine gittik, ikinci işgale kadar yani 14 Ağustos 1974’e kadar orada kaldık... Bir gün önce yani 13’ünde Mağusa’yı (Maraş – S.U.) son kez ziyaret ettim, kentin etrafından geçtim. Sanki de bir daha orayı göremeyeceğimi biliyordum. Ertesi günü işgal yeniden başladı. Çevrildik ve Türkler bizi tutukladı. Bizi bir duvarın önüne dizdiler, bizi kurşuna dizmelerini bekledik. Saati hatırlamam... Donmuştum, korkumuyordum, hiçbir şey hissetmiyordum. Şimdi ne oluyor diye düşünüyordum. Birden geri dönmemizi söylediler, sırtımız onlara dönüktü. Hayatımız kurtuldu çünkü oradan bir BM aracı geçmekteydi. Bizi kurşuna dizmediler. Bir otobüse bindirip Lefkoşa Sarayönü’ndeki Kıbrıslıtürk hapishanesine götürdüler...”
*** “Otobüse bazı Kıbrıslıtürk siviller de binip asker arkadaşlarımızın gözlüklerini çaldılar. Beni “koruyan” bir Türk askeri, gözlüklerimi cebime sakladı, gözlüklerimi alamasınlar diye... Otobüsten inerken beni ittiler ve çeneme silahla vurdular, düşüp bayıldım, uyandığımda tek başıma bir hücredeydim çünkü subay rütbesindeydim. O kadar izole bir yerdeydim ki Kızılhaç da beni bulup da savaş esiri olarak kaydetmedi. Birleşmiş Milletler’in esirler listesinde de adım yoktu... Zor gecelerdi, çığlıklar duyuyordum, kadınlar ve çocukların sesleri... 15 Ağustos’tu... Sonra bazı Kıbrılsıtürkler bana kentim Mağusa’nın (Maraş’ın – S.U.) düştüğünü söyledi. Orada yaşayan tüm insanlarımızın öldürüldüğünü ve bir daha buluşamayacağımızı düşündüm. Sonra gözlerimizi bağlayıp kamyonlara bindirdiler bizi ve Girne’ye doğru yol aldık... Gemiyle Mersin’e, oradan da gene kamyonlarla Adana hapishanelerine gittik. O hapishaneler çok pisti... Subay olduğumu gizledim ve bana Rumca konuştuklarında anlamazmış gibi yaptım. Botlarımı kurtardım, diğerleri gibi bağcıkları yoktu, zipliydi botlarım. Üstümüze tükürüyorlar, bize hakaret ediyorlar, nereden geçersek geçelim hakaret ediyorlardı...”
*** “Başka hapishanelere trenle götürmek istediler bizi. Saatlerce dayanılmaz sıcak içinde, vagonlarda hapsolmuş vaziyette kaldık. Tren yoluna sabotaj yapılmıştı, bu yüzden bizi otobüslerle taşımaya karar verdiler. Nereden geçersek geçelim, yerli halk bize taş atıyor, üstümüze tükürüyordu. Amasya hapishanelerine vardık, burada Türk siyasiler de esir olarak tutulmaktaydı. Siyah pantolon ve beyaz gömlek verdiler bize, hepsi de aynıydı. Her gün nohut yiyorduk. Kıbrıslılar politika konusunda kavga ediyordu. Esir ol ve kavga et... Bana en adil olanlardan biri olduğum için yiyecek dağıtımını vermişlerdi. Bir ay kadar sonra, asker olmayanları serbest bırakmaya başladıklarını işittim...”
*** “Bazı isimleri anons ettiler. Mağusa’dan çok iyi tanınmış bir çocuğun adını duydum. Onu pencereye yaklaştırmalarını istedim. Hayatta olduğumu aileme söylemesini istedim. O da benden adımı bir kağıda yazmamı istedi, unutmasın diye. Emin olmak için. Böyle yaptım. Aileme o mesajı götüren günümüz Kıbrıs’ındaki heykeltraş (Filippos Yapanis) idi. Bir ay daha hapiste kaldım. Sigara paketlerinden kartlar yapmış, kağıt oynayarak vakit geçiriyorduk...”
*** “Serbest bırakılacaklar arasında neden bizi en sona bıraktıklarını bilmiyoruz. Bizi hiçbir zaman serbest bırakmayacaklarını düşünmeye başlamıştık. Sonra bizi otobüslere bindirdiler ve Mersin üzerinden Ankara’ya gittik, orada gazeteciler ve fotoğrafçılar bizi bekliyordu, Kızılhaç da oradaydı. Herhalde Kıbrıslı esirleri serbest bıraktıklarına dair kanıttık biz... Ankara, Mersin, Girne... Lefkoşa’nın Türk kesiminde Pavlidis garajında bir gece kaldık ve 27 Ekim’de bizi serbest bıraktılar...”
*** “Annemle dört kardeşim Londra’daydı, esir olduğumu bilmeden önce gitmişlerdi Londra’ya. Benim “kayıp” olduğumu sanıyorlardı. Ölmüş olduğumu düşünüyorlardı. Sonrasında sessizlik... Kimse bize sormadı, kimse bize bakmadı, kimse bize birşey vermedi. Hiçbir şey... “Döndün mü?” Bu, onlar için yeterliydi. O ilk günlerin karmaşası içinde “Kızılhaç”tan alınan bir savaş esiri olduğuma dair belgeyi bulmak için koşturdum, askerden kaçmadığımı, esir olarak tutulduğumu Ordu’ya kanıtlamak zorundaydım. Sonra da Londra’ya gidip ailemle buluştum...”
(Aleksandra Hristakaki’nin yukarıdaki link’ten okunabilecek yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).