Bir Ev Kadınının Gözlem(e)leri

Gülfidan Erhürman: “Ne gözlemesi” dedi. “Bildiğin börek işte! Hamuru aç, içine malzemeyi koy ve saçta kavur… Kırk senelik börek, gözleme oldu.

                                

 

                                                                                     Gülfidan Erhürman

                                                                                     gul_fidan_2@hotmail.com

 

 

-Gül Perisine-

 

“Ne gözlemesi” dedi. “Bildiğin börek işte! Hamuru aç, içine malzemeyi koy ve saçta kavur… Kırk senelik börek, gözleme oldu. Adını duyunca insan da şey sanıyor, hani biri bizi gözlemekte sanki…” Güldü. “Hayrımıza olmadı bana sorarsan, hamuru kendi elinle açtığında daha güzel olurdu; hellimler bile başkaydı o zaman…” O hiç börek yapmayı öğrenememişti. Yerindi… Ailenin kadınları çalışıyordu, vakit dardı, ona gelene kadar gözleme çıkmıştı ve kolaydı. İnsanın geçmişinde öğrenemediği çok şey var pişmanlık duyduğu ama üstesinden gelebilir, yeter ki istesin: Ya eskiyi ya içinde bulunduğunu ya da kendi kurduğu hayal dünyasında yaşar ama galiba doğrusu, hayatına müdahale edip onu değiştirmektir mutlu değilse… “Bu yapılan müdahaleler iyi bir iz bırakmamıştır hayatımızda değil mi?” dedi. “Mutfağımıza kadar girdiler, bizi değiştirdiler… Ve sonuç o kadar vahim ki, insanlar bir defa değil, bin defa düşünür bir şeyi değiştireceklerinde, ömür de geçer gider düşünürken ve çiçeği de eline veremezler mezarına koyarlar, koklayamazsın...” Arkadaşı, “ağzından yel alsın” dedi kızarak, buruk gülümsedi. “Bak sana ne deyim, oturduğun köşeye astığın resim önemlidir. Aşık mısın, iktidar hırsında mısın, okuyarak kendini geliştirmek mi yoksa insanları mutlu edip yol göstermek mi gayen, derdin ne? Cebin mi? Hepsi o resimde vardır. Ne yapmaya oturdunsa ve duvarına ne astınsa hayatını öyle yaşarsın kısacası. Bazı insanlar çirkefte otursalar bile kıpırdamaz, oraya alışırlar. Hazır bir kelime de konmuş küçüklüklerinden hayatlarına. Tüm kelimeler, en acı ve güzel günde, hatta sevgilin için yanar ölürken bile tükenebilir, ama o tükenmez, kullanırsın, ona doğmuşsun çünkü ve doğduğun yer, kader(dir) işte…

“Doğduğun yer değil doyduğun yerdir önemli” dedi arkadaşı göz kırparak, gözü gözlemelerde… “Doğrudur, doğduğunu seçemezsin ama doyduğunu sen seçersin. Sonradan âşık olduğun ihtiyaç duyduğun bir ilişki gibidir, ne yediğini ne yiyeceğini bilmeden gözünü kapar gidersin. Her hâline yaban olduğun bu heves, duygu boşluğundan olabilir, bedeninin ihtiyacından, karşılıksız bir aşktan kaçış… Çünkü doğduğun sana bir şey veremiyor, mazide kalmış artık ona ‘benim’ bile diyemiyorsun. Ama doyduğuna da bir türlü ait olamazsın, bir tür aldatansın işte ve neticede öyle bir durumda kalırsın ki, hani evinde her şeyin vardı da (olmasa da kanıksamıştın) aklın başka yerde… İhtiyaç nedenin şu meşhur şiddetli geçimsizlikten, ya da hallolmayan meseleden olabilir. Ya da yaşama şevki yaratmak, onu hayatına eklemlemekle hayatı daha anlamlı kılmak… Ama tüm âşık olanlar veya buradan kaçanlar da alınmasın şimdi, istisnalar kaideyi bozmaz tabii, aşk aşktır. Bazen elimizde değil durum ve şerait uymasa bile, hayatımıza zevk ve heyecan kattığı da ortada ama söylemek istediğim, Eros’un da aklını karıştırdık, aşk bin mana içeriyor, ok karambole gidiyor, sırtına ne yüklersen yükle, aşkla yola çıkar da, yüklenmeye alışmış yolunu bellemiş eşek misali yol tutar. Bu yüzden aşkta da yaratıcılık kalmadı şiirlerden şarkılardan başka. Sen aşka dair yeni bir efsane duydun mu? Filmler hep aynı minvalde, öpüşmekle bitiyor ya da ayrılıyorlar. Ah bu ayrılıklar…! Ne çeşit isterse olsun çok acı veriyor, nefesin kesiliyor öpülmeden, yüreğine bir taş gibi oturur, hayallerinle etrafında dönüp durursun. Neyse, aşk hakkında ben çok konuşamam, malum yenimiz de dar yerimiz de. Ama iyi ki bu ‘kaide’ lafı var ve bir ‘şeyini’ kurtarıyorsun, anlatmak istediğinin içine koyup. Bak doyuran dedim diye duygularını karıştırıp da fantezi kurma” Birlikte anlamlı anlamlı bıyık altı gülümsediler… “Bana sorarsan çoğunun içinde yer bulmaz, bedenin ihtiyaçlarını karşılarsın ve üzerinden akarak o hızlı yaşamın içinde kaybolup gider hiçbir şeyin tadına da varamazsın.”

“Giden gitsin, yenisine delalet” dedi arkadaşı gülerek, o da gülümsedi. “O kadar basit değil, insan kaybediyorsun. Şimdi doyduğuna gidip de tekrar döndüğünü farz et. Çoğu zaman birlikte yaşadıkların seni tanıyamaz, hatta sen de kim olduğunu unutursun tutucu değilsen, üç beş şeyin dışında aklında hiçbir şey kalmaz, kalanlar da abartılıdır. Bu bayrağı çekip gittiğin, yaşamaya çalıştığın yer iktidar olamadığından, ırkçılığı, eşitsizliği ve ötekileştirmeyi besler çoğu zaman. Merkezdeki hep (ben)dir ve gerisi karda yürürken ses çıkaran kart kurttur, gâvurdur, zalimdir, dinime söven Müslüman (olsa)dır… Olsa ne sövsün zaten? Mazlumsun işte, tüm mesele budur; âşık olman ve doyduğunla doğduğunun arasında kalmandır esas sebep… Eskiden ne güzel platonik aşklar da vardı; hani tavşan dağa küsmüş, dağ habersiz, çam havası çalıp oynuyor… Kaç yastık ıslanmış, çürümüş, geceler haram olmuş, şişelerin dibi delinmiştir karşıdakinin ruhu duymadan… Karşıdaki Hitler kadar hükmetmiş, yakıp kavurmuş, sabun yapmıştır ama kir üstünde kalmıştır. Şimdi öyle aşklar da kalmadı; teknoloji sağ olsun her şekilde söylemek istediğini istediğin zaman yüzleşmeden söyleyebiliyorsun, aşkını saklayan kalmadı bu yüzden. Eeee! Artık Avrupalıyız… Ama sayılmayanlardan.”

“Boş ver Avrupalı olmayı, aşktan bahset” dedi arkadaşı. “Ondan bahsediyorum, doyduğunda yaşamak zorunda kalınca sevgilinden ayrılan aşığa benzersin, deli gibi âşıkken, onsuz yaşamaya çalışmaktasın. Unutmak gibi bir derdin yok, o kadar âşıksın ki tam tersine görmediğin, yaşayamadığın halde her şeyi abarttıkça abartırsın beyninde, hani kör ölür da badem gözlü olur derler ya! Tam da onun gibi bir şey, içinde kalır. İncirinin içinden bal akar(dı), havası suyu hiçbir yerde yok(tu)” falan… Bir de yeni yetmeyken ilk âşık olup da sonuç alamadığı bir durumu varsa adamın, vay hâline! Şimdi bizim insanımızın huyu suyu başka(dır) lafına girmeyeceğim, ne kadar “başka” olduğu bu ara beni bayağı üzüp düşündürüyor. Uzak olunca ayrıldığında kanlı bıçaklı olduğun bile tatlı geliyor. Öyle ya! Seni umursamadan sadece günaydın diyen havadan sudan komşundan daha iyi kıskançlık ve dedikodu, hatta kuyunu kazması bile duygusallığından. Kim öyle yapar ki senin için bir şey hissetmese!? Karşıdaki gülerek, “sen de iyiden iyiye abarttın yani!” dedi. Daha ilginç olan herkes eski sevgilisinin aynı kalmasını, değişmemesini de ister; 3 savaşa rağmen evin yerinde duruyorsa vrahtisi yıkıldı diye üzülürsün. Hah! Şimdi vrahtiyi açıklamak zorundayım sana, Rumca bilmezsin; toprakla taşla desteklenen geniş basamak halindeki bahçe, yokuş aşağı inen geniş arazilere yapılır, suyun akıp gitmesini, insanların da kayıp düşmesini önler. Bir köşesine kaldırdığın küçüğüne de vrahticik dersin, yanlışsa bak suçlusu nenemdir. Şimdi sen bu vrahti(ciği) önemsiyorsun mesela, annen yapmıştı ve içine maydanoz ekerdi, yıkıldı diye durmadan anlatır durursun üzüntüyle… Karşındaki de bel bel bakar, memleket elden gitmiştir, adam değil evini, bisikletini, üstünde kızın babası görmesin diye hızla pedala basıp geçtiği mahalleyi, şehri kaybetmiştir. Hatta en kötüsü nedir biliyor musun, adam ufkunu kaybetmiştir ufkunu… Bir ayağı Avrupa’ya basarken, diğeri bilinmezlikte, tüm devletler de iki ayağın ortasında, kısacası neyi gördükleri de ayan beyan ortada… Düşün! Hiç bir özelin kalmamıştır.” Kahkahayı bastılar, devam etti acıyla gülerek: “Yarısı Avrupa ülkenin, yarısı hayal kurma mekanizması ama yaşamayan ne bilsin o dağ gibi demokrasiden gelmiş tabii ve hani bağdakinin derdi ona tuhaf geliyor. Dert skalan farklı… Doğduğunda kalanın başı kara bulutta, doyduğunda yaşayan skalanın altında, her yanı bağ bahçe, hatta o vrahtisi yıkılan evin yerine kaldırdığı Hürriyet villasının havuzunda bir özgürlüğe, bir demokrasiye kulaç atıp duruyor ama en kötüsü “o”dur yine. Hayalleri o vrahticikle yıkılmakla kalmamış, mahallesinden dayak yemeden hızla geçtiği ve o çok abarttığı eski sevgilisi de fantezini külliyen yerle bir etmiştir, gitmiş, askere veya bir ganimetçiye varmış, şişmanlamış, çirkinleşmiş, ihtiyarlamıştır; aşkı tanınmayacak hâldedir yani! Ne kadar saklarsa saklasın takma dişleri vardır, hatta dişlerinin ortasındaki o şiirler düzdüğün aralık kaybolmuştur.” Yüzü değişen arkadaşı, “bana taş mı atıyorsun” dedi. “Yok yahu!” dedi gülerek “yani…!!! Ama bak, bu ayrıntı önemlidir sana eskiden âşık olan biri için” Arkadaşı “hıı… hıı anlat da açılın” dedi. “Bak, âşıksan, gözlerin önemsediğin, hayallerini arasına soktuğun o ayrıklığı arar, eski sevgilin her ağzını açtığında hayal kırıklığına uğrarsın. Bir de bilmediğin dertlerden bahseder, aşktan habersiz. Seneler sonra rastgele onu gördüğünde, “bu mu?” dersin kendi kendine ama o da aynı soruyu sormuştur farkında değilsin. Aynaya baka baka bedenindeki deformasyona alışmışsındır çünkü birileri seni alıştıra alıştıra değiştirmiştir. Aynı olduğun teranelerinde olsan bile bedenindeki çatlak ortada ve mesele bununla da bitmiyor, hiç bozmadan; “hiç değişmedin” dersin karşındakine; ne yalan…!? Köşeyi döndüğün an da diğerine, “çok bozuldu yahu!” dersin ama o da diğer köşede aynı şeyi söylüyor senin için ve doğrudur, bir senin yüzüne, bir onun yüzüne çizgiler, bir de helvacının kızına aynı yaştaysan…”

Öteki “gözlemeye de, gözlemlerine de başlatacaksın şimdi… Yeter be!” dedi, gülüştüler…  “Bak ne deyim, senin zamanından olan her şey bozulmuştur, bozulmalıdır da. Aynı kaldıysa kokmuştur; ya toprağın üstünde ya da altında. Altındaysa mesele değil de, üstündeyse başına bela olur değişmediğinden. İnsanlar yerlerinden sökülünce huyları değişir. Ganimetle parayla bazıları çok doydu, bazıları aç kaldı, kime uzatsan elini öpmesi için, burnuna dayadığın an parmaklarının ucundan tutar, elini indirir ve tokalaşır ya da üstünkörü yanaklarından öper. Anlayacağın eli öpülecek insan kalmadı, kalmıyor, bununla da yüzleşmek lazım… Aslında iyidir da! Öpmesinler, hatta gözlerini açsınlar ama buradaki halk da bir âlem, adam haşa Mevlana olmuş, “kim olursan ol gel” diyor. İnsanlıkla hesabı kesilmiş, sana neler yaparım diyor, koltuğa oturduğu an da bittiği yerden kopsun. Arkasından koş dur, bu da senin aymazlığın olur! Ama işin kötüsü de çoğunun memleket diye derdi yok, iktidar olmak istiyorlar… Ah! Bu iktidar meselesi…

“Şu gözlemeyi çabuk çevir, hamur ince ya erken yanıyor, nereden bu konuya girdik yine, ağız tadıyla yedirmeyeceksin…” Birlikte ağlamayı, gülmeyi unutmuş bir ülkede hâlâ paylaşabilmekten mutlu. “Bırak da anlatayım yahu şu iktidar çok önemli” dedi. “Kelimenin neler barındırdığına inanamazsın istersen dedeme sor, çok zarıncıyor bu iktidar meselesinden, nenemin yanında iki paralık haysiyeti kalmadı adamın, hayata küstü, tüm gün düşünüyor tavuk gibi. Sana bir hikâye anlatayım:  Köyde nenem tavuklarını kesmesine izin vermediğinde dedem ne yapardı bilir misin? Ya bir sopa atar ayağını kırardı tavuğun ya da “hastaydı be garı, çok düşünürdü da kestim” derdi. Canı bulli çektiğinde, mazeret yaratmak zorundaydı, yok şimdiki iktidar! Adamlar mazeret bile aramazlar, düşünüp tartmadan, ölçüp biçmeden cart diye kesip yediriyor ya da giydiriyorlar, nerelerin aç açıkta umurlarında değil… Nenem bile tavuklarını önemli bir sebep olmazsa kestirmezdi yahu! Hatırlarsan, bizim zamanımızda piliç denmez, tavuk ya da bulli denirdi. İkisi de, piliç gibi, kadınsı bir çağrışım. Zannederim horoz demek kimsenin işine gelmediğinden kesiliyorsa ille de tavuk olması lazım, ne diyorlar; magarına bulli! Magarına horoz diyeni duydun mu? Hâlâ kadın düşünüyor, fikrini söylüyorsa, dır dır ediyor da şu adamların içi boş konuşmalarına vır vır denmiyor… Kadın ev işini bırakıp, konuşup, hele düşünüyorsa, “kes” diyorlar, siyasette de böyle. Düşüneni, konuşanı keserler. Sesi rengi olmayan makbuldür, herkes fantezisini geliştirir onun hakkında, konuşmadığından, yaşı da büyükse bilge diye düşünür, adam konuşmaya üşenir hâlbuki kazanacağını da biliyor, sürüye koklatmıştır kendini önceden koklattığına bağlı olarak kahvenin 40 yıllık hatırasından diğerleri de yanmıştır… Arkasından geleceklerini bilir bilgeliği ondan, vaatler de cabadan “sizi para bahçelerine salıp, doyuracağım” diyor ama herkes yollarda şimdi, hani bahçeler? Bir de iktidar ekseninde dönen Mevlanalar var. Bir ellerini paraya açmış, diğeri koltuğu gösteriyor, memleketi, dini, doğayı, insanı unutuyor, koltuk için bu da bir nevi şahsına münhasır aşk işte! Oturan kalkmak bilmiyor, ilkmiş sonmuş, hepsi yalan. Hayatın yörüngesinde iktidar olmak var.

“Çevir” dedi arkadaşı gülümseyerek. Politika konuşmayı sevmezdi. “Gözlemeyi çevir, bu konuyu da bırak, doyacağımıza bakalım, hiç dikkatini vermiyorsun, sen aşktan ne anlarsın ki? Piştiği zamanı bilecek çevireceksin ki yanmasın. Fazla kızartırsan yenmeyecek hâle giriyor işte görüyorsun.” Kahkahalar mutfağı çınlattı, “neyse” dedi öteki, “konuya dönelim, doğduğun sen seçmediğin hâlde içinde yer eder bağı bahçesiyle, çocukluğun olur her hatırladığında; içip ağladığın, kucakladığın bez bebeğin ya da sapanındır atıp atıp da kendini vurup ezdiğin… Hep bir şey var doğduğunda, ananın ak sütü gibi helal gelir ama bazen de haram aklından çıkmaz ve doymazsan doyduğunu seçersin işte, çoğumuz çekip gitmişizdir. İnsanca, değer verilende yaşamak isteriz hayatımızı, hasret de ne yapsak bize eşlik eder, cüzdanımızdaki fotoğraftadır, aklımızdaki resimde. Öyle soğukta, karda yaşarken hayallerimiz güneş hasretiyle kurur, denize düşmüş yılana sarılmışızdır, ellerimiz çözülür, hayatımızdan kopar, bilmediğimiz sularda batar gömülürüz, gözyaşlarımızla...”  “Edebiyat yapma” dedi arkadaşı. “Sözlük isteyeceğim biraz daha, soğanı keserken ağladık zaten, yeter!” Öteki uzaklara dalarak cevap verdi: “Öyle değil mi? Zemin uygun olmayınca basamıyorsun, düşmek kolay olur, bir adım atıp yürüyecek olursun, yer sarsılır, mırıltılar başlar…” “Para düşecek, savaş çıkabilir, anlaşma dedikleri an evin yabancılaşır; ya da gidiyorken bir çocuk ağlar arkandan, titrer, kendine gelirsin. Yarılan, çatlayan bir toprağa hayat kurarsan böyle deprem yaşarsın işte gaipten gelen her ses seni irkiltir, beklemeye geçersin. Her an bir şey olacak gibidir ve olur da! Durduğun yerde öyle bir sallanırsın ki, yaşamını garantiye almak için tüm hayatın boyunca didinip uğraşarak topladıkların bozuk para gibi üstünden dökülür; adın her duygudan göçmene çıkar. Bu o meşhur meselenin hallolmamasından, dünyada benimsenen ve kof çıkan liberal ekonominin rekabetinden, güzel kokmak için kullandığımız fısfıslı gazla ozon tabakasını delmemizden de olabilir, bak aşk da olabilir bu ha! Onu da yabana atma, kısacası seni koruyan duvarlar yıkılmış, mevsimler yar olmaktan çıkmıştır… Aşkta iki sağlam kişiye ihtiyaç vardır durum ve şeraite uygun ama sevdalanmak birazcık da mevsim ister. Adam gibi adam, kadın gibi kadın, insan gibi insan ister, gerisi yalan”.

 “Hah! İşte aşktan bahset” dedi arkadaşı gülerek. “Geçmiş zamanın duyguları toparlanarak gidebilir yeni şeylerle ama mevsim önemli, kış gibi kış olacak yaz gibi de yaz. Sonbaharın da aşkta çok önemi var, her biten aşkta; ama ilkbahar olmasa, ben eminim yaşanacak olan aşkların yüzdeliği değişirdi. İlkbahar bir başka kaynatıyor insanın kanını ve bittiği yerden kopsun deyip kendini salıyorsun burada mevsimler kısa ya! Bittiği an sanki mevsimle açan çiçek kuruyacak, aman açmışken çabucak diyorsun ve ardına önüne bakamıyorsun. Şu ilkbahar insanların aşk hayatında çok devrimlere gebe ne hâlse, doğa bile reklamda süslenip püsleniyor. Düşün! Ateşle oynadığın hâlde terlemiyorsun, bala çalmış olgun bir meyve gibisin dalında, bekliyorsun, kalbin de boştaysa, sesi müziğe katılıyor, şölen başlıyor, tik tak diye sana taktik veriyor; dinlediğin her şarkıyla aşkın rengi değişiyor, bu güzellik karşısında ölümün ne kötü bir şey olduğu aklına geliyor tabii… Bir akşamüstü denizin kıyısında gün batarken yanında durup da aynı yere bakan yaşlı yüreği geçmiş kadına, ya da hayatında bakmayacağın huysuz bir adama bile, elin uzanır. Gün batımı o kadar sihirli ki, ne fiziği ilgilendirir seni artık, ne ruhu. Batacak olan o güzellik karşında acele eder, iki ayağını bir pabuca sokarsın, öyle itici bir güç yani! Bazen de her şey uygundur da aşk meşk hikâye; maksat vuslata bahane. Bak müstesnalar bunun dışında tabii… Ama ozonu deldik, mevsimleri bozduk, şimdi bekle dur mevsim rast gelsin de gün doğsun. İnsanın doğduğu yer değil, doyduğu yer demişler ama dünya hepsini barındırıyor. Ne istersen söyle, sevdalanmak başka şey, bazen bir insana, bazen yurduna, bazen de dünyaya sevdalanırsın. İçindeki çocuk seni elinden tutarak götürür, ya surlara vurursun başını ya da mevsimi olmayan bir hayale. Ama ne yaparsan yap, nerede olursan ol, yaşamın çözülmesi gereken bir meseleye kördüğümle bağlıdır, ne kadar dolambaçlı gidersen git, döne döne o yumağa sarılırsın. Sabırla çözmezsen koparsın ve ne doğduğunda doğar, ne de doyduğunda doyarsın… Önce kendinle, sonra karşındakiyle barışmalısın artık aşkla yaşamak istiyorsan…

Arkadaşı “Ben aşkla doymayı yeğlerim” dedi. “Bak! Şu gözlemeden çok daha önemli bir şey var.” dedi arkadaşına dönerek. “Biliyor musun, artık bu ülkede hiçbir şey doğru dürüst tütmüyor, insanlıktan başlayarak her şeyin kokusu kaçtı; aşkın sevdanın bile! Hani tutturduk ya Kıbrıslılık diye, o bile tütmüyor, artık bize yakışmıyor, ne yapabiliriz ki bilmem! Anamız börek yapmıyor işte, bir gözleme çıkardı başımıza, biz de büyük ekmek yapamıyoruz, üstelik olanı da bölüşemiyoruz… Hiçbir şeye doymadık, doyamıyoruz, doğduğumuz yerde özne olamadıkça, doyduğumuz yere yöneliyoruz, geriye kalanlarımız da birkaç kişi dışında dır dır, vır vır ediyor, düşünenler de hep kafası kesilecek gibi... Tüm derdimiz de iktidarsızlık galiba! Mutfakta, hatta ülkede… Bilmediğimiz yaban bir aşka bulaştık ve evire çevire bizi kendine göre onarmaya çalışıyor sanki anlayacağın, kendimiz olmaktan çıktık.” “Tüm gün boşuna konuştun durdun!” dedi arkadaşı… “Konuşacağına şu gözlemeyi bir an önce bitir de yiyelim belki doyarız da çıkıp dünyayla buluşuruz.” Burukça gülümsediler, gözlemenin tadı kaçmıştı, ama birbirleri ile olmanın, paylaşmanın, sevişerek aşkla konuşmanın tadı hâlâ başkaydı…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri