“Bir gardiyanın anıları... Sampson’un tehditleri... Ve mahkumların isyanı...”

Sevgül Uludağ

Belgin DEMİREL

Belgin Demirel arkadaşımız, sevgili babacığı Ahmet Demirel’in anılarını kaleme almaya ve sosyal medya sayfasında paylaşmaya devam ediyor... Belgin Demirel, babasının ağzından hatıralarını şöyle yazıyor:

“Ben 1956’da gardiyanlığa başladığımda, hapishane müdürü, Kıbrıs Alayı’ndan gelme Iron isminde bir İskoç idi. Bir de yardımcısı vardı Mr Reed isminde ve o da İskoç idi. Askerde rütbe alamazlarmış, en çok  onbaşılığa kadar yükselebilirlermiş. Ne kadar doğru idi bilmiyor. Kıbrıs Regimenti (Alay) diye bir kuruluşa geçmiş. Orada Colonel  (Albay) olmuş.

O dönemlerde (EOKA’dan önce) cezaevinde çok isyan çıkarmış ve bu isyanları bastırması için hapishanede görevlendirilmiş. Zaten cezaevlerinde isyanlar bitmez. Gerçekten de Iron, isyanı bastırmış. Yüksek rütbeli bir tek Kıbrıslı vardı ve o da  Rum idi. Ben yazıldığımda, Stafios isimli aslen Vadilili olan  o Rum, hastanede idi. Çünkü hapishaneden kaçırılmak istenen bir EOKA’cı varmış ve bu kaçırma girişimi esnasında bu yüksek rütbeli görevliyi vurmuşlar. EOKA yeni başlamıştı. Ciddi bir yaralanma olmuştu herhalde ki göreve döndüğünde sağ elini kullanamaz duruma gelmişti ve sol eli ile çalışabiliyordu. Çok disiplinli ve iyi biriydi. Genel olarak gardiyanlar, aşırı disiplininden şikayetçi idi, ama ben öyle bir yanını görmedim. Benimle şakalaşırdı.

EOKA BAŞLAYINCA, RUMLAR GARDİYAN YAZILMAYA KORKARDI...

Ben göreve gelmezden önce,  Nuri isminde bir subay varmış. Ben ona yetişmedim. İaşeden sorumlu bir subay imiş. Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkler de yönetime gelmişti. Gardiyanlarda sayısal olarak Türkler fazla idi. EOKA başlayınca, EOKA’cılar baskı yaptığı için, Rumlar gardiyan yazılmaktan korkarlardı. Cumhuriyet Dönemi’ne biz Türkler, sayısal olarak fazla bir şekilde girdik. Bizim gireceğimiz zaman, yani 1956’da, 30 kişilik münhal ilan edilmişti. Biz 28 kişi sınavı  geçtik. Onların 5’i Rum olduğu halde 3 kişisi göreve gelmemişti. EOKA ilerledikçe çok Türk yazıldı. Belki de 200 kişi gardiyan yazıldı. Hepsi muvakkat(geçici) idi. Cumhuriyet kurulacağında da bu muvakkatlar durduruldular. Cumhuriyet Dönemi’ne, 67 Rum 83 Türk gardiyan olarak girdik subaylarla beraber.

Cumhuriyet kurulacağında, anlaşmaya gidilecek duruma gelince, Vali, Polis Genel Müdürü ve Cezaevi Müdürü değişti ve askeri yerine sivil kişiler görevlendirildi. Bize Mallowen isminde bir müdür gelmişti. Acker isminde bir diğer görevli vardı, ki müdür muavini gibi bir görevi vardı. Cumhuriyet kurulduğunda, Mallowen de gittiği için, o teslim verdi 60’taki cumhuriyet dönemi yönetimine.

KAPTAN KAMİL DÖNEMİ...

Cumhuriyet Dönemi’ne geçtiğimizde müdür Rum oldu, ismi Nisiforus Antoniou idi ilk müdürün. Müdür muavini de Captain Kamil (Mehmet Kamil Bey) idi. Captain Kamil olarak bilindiği için soyadını da Kaptan almıştı. (Captain=Yüzbaşı) Titiz ve düzenli  bir adamdı. Liyakata çok önem verirdi. Bizim zamanımızda Amme Hizmeti Komisyonu henüz yoktu. Terfileri müdür verirdi. Captain Kamil, “Benim terfi vereceğim kişilerde üç T ararım” derdi,  “Tertip, Terbiye, Temizlik”

16 Ağustos’ta sivil yönetim tarafından görev teslim alındı. Cezaevinde, yalnız EOKA’cılara af çıktı ve serbest kaldılar. Adi suçlulara da çıktı hükümet kurulduğunda. Ama onlar için bazı kriterler vardı af için. Cezaevi hemen hemen boşalmış idi. Rum mahkumlar daha fazla, Türk mahkumlar daha azdı. Katil suçlusu bir Derviş Arap ve bir de Meluşalı bir kişi vardı. Ben göreve gittiğimde orda idiler. Dört de Rum vardı insan öldüren. Cezaları idam olduğu halde bazı yöntemlerle idam cezaları değişmişti.

Ne vakit EOKA’cılar bağışlandı, adi suçlular da isyan etti. Kanepeleri birbirine bağlayarak merdiven yaparak, duvara dayadılar ve duvardan atlayıp atlayıp kaçmaya başladılar. Muvakkat arkadaşlardan Gönyelili  arkadaşımız Mükdar Ali’nin oğlu Hasan, düdük çalıp, haber verdi. Mahkumlar ona  pala göstererek, “Aha sen görevden ayrılıyorsun, ne diye haber vereceksin?” demişler.

Ben ara kapıda görevli idim. Yanımda Gönyeli’den arkadaşım AE ile birlikte idim. Artık mahkumlar azalınca, bir kişinin yapacağı işte iki kişi görev yapıyordu. Bir mahkum bir yere gideceğinde, muhakkak yanında bir de gardiyan olması gerekirdi. Kapıdan mahkum geçerken, hem mahkumun hem de gardiyanın numarası beraber yazılırdı.Bizim işimiz o idi. İsyan esnasında mahkumlar duvardan kaçamayınca, bizim tarafa geldiler. Kapıyı zorlayıp, yıktıar. Yanımdaki arkadaşım AE, korkup kaçmaya başlayınca ben de yalnız kalmaktan korkup, arkadaşımı izledim ve  birlikte karakola gittik. Hapisler damdan bize kiremit atmaya başladılar. Biz, surlardan dışarıya çıktık. İsyan başlar başlamaz telefon  edildiği için, yardım gelmekte idi askerden. Biz kaçarken, baktık karşıdan bir Türk gardiyan arkadaş, kaçanlardan birini yakalamış getirir. “Açın be kapıyı, iki paralık insanlar bizim ekmeğimizle mi oynaycak?” dedi. Onu böyle cesaretli  görünce  ben de onun arkasından döndüm, onu izlemeye başladı. Ama bu gardiyan arkadaş, beni fark etmeden ara kapıyı kapatınca ben yine dışarda kaldım. Bu defa da AE’ye doğru yürüdüm. Tam o esnada karşıdan 3-4 subayın geldiğini gördük. “Nereye gidersiniz?” diye sordular. Arkadaşım ne derse beğenirsiniz? “Mahkumlar kaçıyor da önleyeceğiz onları” dedi. Oysa  mahkumlar batıya doğru kaçmakta idi, biz de doğuya doğru yürüyorduk. Subaylar, bizi ve dışarda mahkum çalıştıran gardiyanları da aldı  ve duvarın yanına çıktık. Mahkumlar da bizim tarafa döndü bu arada. Cezaevlerinde duvarlar her zaman dış duvarlardan uzaktır. Bu kez yine damdan bize kiremit atmaya çalışırlar. Bize yardımın gelmekte olduğu söylendi. Rum ve Türk karışık, 130-150 kişlik mahkum vardı karşımızda. Asker geldi, göz yaşartıcı bomba attı ve sonra hepsini döverek içeri attı. Cezaevinde, surların dışında çalışma alanları ve mandıralar bulunurdu.Dışardaki bu alanlara çıkabilmek için, mahkumiyetinin yarısını yapacaksın da çıkabilesin. Oysa cingane gelirse, onun bugün geldi yarın dışarı çıkma hakkı vardı. Yazılı bir kural olmasa bile, cinganelere karşı, kaçmayacak diye bir güven vardı. Aşık isminde bir cingane, bu isyanın gerçekleştiği esnada çalışma alanında idi. Aşık, hatta gece de cezaevinin dışardaki mandırasında kalırdı. Bu olayda ata atlayıp, kaçaklardan tutup, cezaevine getirdi ve bağışlama aldı. Ne kadar almıştı hatırlamıyorum...”

EOKACILARI KIBRISLITÜRK GARDİYANLAR BEKLERDİ...

“1956’da İngiliz Sömürge Dönemi’nde gardiyan yazıldım. O zamanlar başşehir Lefkoşa’da bir Merkezi Cezaevi vardı. Kazaların merkezlerinde de karakollar bulunurdu. Bu karakollarda tutuklular gözetim altında tutulurdu. Bu düzenleme, EOKA’nın gelişmesiyle değiştirildi; kazalardaki karakol tutukluluğu iptal edildi. Sadece Atalassa’daki çiftlikte bazı adi suçlular ve 3-4 gardiyan kaldı.

Merkezi Cezaevi’nde EOKA’cıları Türk gardiyanlar, adi suçluları da Rum gardiyanlar beklerdi. 12 Haziran 1958’de Gönyeli’de bazı Kördümen Rumları’nın katledilişinden sonra, Merkezi Cezaevi’nde Türk gardiyanlara saldırıldı ve dövüldü. Bu olaydan sonra görev değişikliğine gidildi ve adi suçluları Türkler, EOKA’cıları da Rumlar beklemeye başladı.

Merkezi Cezaevi’nde koğuş sistemi yoktu; zindanlardan oluşurdu ve zindanlarda hücreler vardı. Katillikle itham edilenler ayrı bir bölümde idi. Bu bölümde bulunanlar, havalandırmaya çıktıklarında, idamhaneyi görürlerdi. Mahkumlar, her altı saatte bir sayılırlardı.

“BENİM HATIRLADIĞIM CELLAT...”

Benim hatırladığım cellat, KKTC Merkezi Cezaevi Müdürlüğü yapan Meriç Taydemir’in babası idi. Daha sonra bir İngiliz cellatlığa başlamıştı. EOKA’cıları asan kimdi, biz görevliler, hiçbir zaman göremedik ve öğrenemedik. Çünkü idam saatinde, görevliler olduğu yerde kalmak mecburiyetinde idi. Cezaevinde personel hareketi dururdu. Asacak kişi, görünmeyecek şekilde idamhaneye girer ve işi bitince geri dönerdi.

İlk öldürülen EOKA’cı, Makarios’un yeğeni Markos Drakos’un cesedi ailesine verilmişti. Ben o tarihte henüz gardiyan değildim. Bir vesile ile Lefkoşa’da bulunuyordum. Ömrümde böyle kalabalık görmemiştim. Olaydan sonra öldürülen ve asılan EOKA’cıları Merkezi Cezaevi’nin bahçesine gömmeye başladılar. EOKA’cıların asıldığı bu idamhane, Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde, kutsanarak,  kapatıldı ve adi suçlular için başka idamhane yapıldı.

Kıbrıs’ta son idam 13 Haziran 1962 tarihinde gerçekleşti ve Haralambos Zaharias ile iki kişi idam edildi (Mihalis Hiletikos ve Lazaris Dimitriu –Karanlık Yön EOKA – Makarios Druşotis).

ZAHARİAS KARDEŞLER...

Antonis ve Haralambos Zaharias kardeşler, Leymosun’un İpsona köyündendiler. EOKA döneminde İngiliz İdaresi ile işbirliği yaptıkları, EOKA kahramanları Afkesentiu, Lanas ve Drakos’un yerlerinin bildirilmesi ve öldürülmesinde parmakları olduğu biliniyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da örgütlü olarak karanlık işlere devam ettiler. Daha sonra İngiltere’ye kaçtılar. “Suçluların İadesi” kapsamında, Antonis Zaharias hariç, diğer üç kişi Kıbrıs’a getirildi ve haklarında idam kararı çıktı.

Hambi’yi (Haralambos) eşi ile ben görüştürmekte idim. Çok zengindiler. Bağları, bahçeleri vardı. Bir gün eşi geldi, görüşme esnasında mahsulün toplanmasında çok zorluk çektiğini söyledi. Hambi de “Sana yardım etsinler, söyle kendilerine” deyince, eşi “Bir kuruşa muhtaç oldum, hiç kimse yardım etmiyor” dedi.

Hambi bana, “Re Ahmetti!” diye çağırırdı. Kendisine, “Bana ya ‘Ahmet Bey’ diye sesleneceksin, ya da ‘Gardiyan Bey’” dedim. Şaşkın ve kızgın şekilde, “Daha neler göreceyik!” diye söylendi. Ben de ona, “Yaşayacak olsan, daha çok şey görebilirdin” dedim.

Zaharias ve diğer iki kişi asılacağında, gardiyanlara duyuru yapıldı. İdamda görev almak isteyenlere (geçmiş gün unuttum, 5 Kıbrıs Lirası mıydı, yoksa bir maaş mı) fazla ödenek verilecekti. Bir Rum çavuş ile  bir Türk gardiyan cellatlık görevine talip oldular ve 13 Haziran 1962’de asıldılar.

“KÖYLÜLER CESETLERİ KABUL ETMEDİ...”

İpsona köylüleri, cesetlerin köy mezarlığına gömülmesine karşı çıktı. Eğer gömülürlerse, cesetlerin mezarlardan çıkarılıp, köpeklere yedirileceği söylendi. Bunun üzerine Lefkoşa Rum Belediyesi aracılığıyla, Lefkoşa Rum Mezarlığı’na gömüldüler. Gömülürlerken, cenazeye dost-akraba hiç kimse katılmadı.”

SAMPSON’UN BİR SAATİ ÖBÜR SAATİNE UYMAZDI...

“Sampson’un bir saati öbür saatine uymazdı. ‘İdamlık EOKAcılar’ grubunda idi. Aynı grupta Nikos Sofekleous ve Rossides de vardı. Çalışma hayatına Charles Foley’nin sahibi olduğu ve editörlüğünü yaptığı, Kıbrıs’ta yayınlanan The Cyprus Post’ta başlamıştı. EOKA’ya katılışından sonra Türkçe karşılığı ‘Yenilmez’ anlamına gelen ‘Atrotos’ takma adını kullanıyordu ve EOKA lideri General Grivas’ın doğrudan emri altında bir infaz ekibinin parçası olarak görev yaptığı bilgisi vardı.

HER ZAMAN CİNAYET MAHALLİNE İLK GİDEN MUHABİR...

Sampson, kurbanlarını öldürdükten sonra, yanında birlikte gelen genç kadınlara silahını verip, kaçırtıyor, cesetleri fotoğraflıyor, ardından da fotoğrafları basılmak üzere The Cyprus Post’a gönderiyordu. Scotland Yard, Sampson’un her zaman cinayet mahalline ilk gelen muhabir oluşundan kuşkulanarak, onu tutuklattı. Polis karakolunda ifadesi alınırken çok işkence gördü. Nitekim ben cezaevinde kendisini teslim alırken, el tırnakları mosmordu. Uslanmaz bir tipti. Dediğim gibi bir saati öbür saatine uymazdı.

Cezaevine düzenli Türkçe ve Rumca gazeteler alınırdı. Bunları tutuklular sosyal ortak alanlarda okurdu. Rumca’yı okur-yazar derecede iyi bilen Mustafa Onbaşı’nın nöbette olduğu bir gün, sanıyorum sakıncalı bir şeyler bulunduğu için gazeteler toplatıldı.

SAMPSON’DAN TEHDİT...

Bunun üzerine öfkelenen Sampson, toplatma işini Mustafa Onbaşı’nın yaptığı hükmüne vararak, benim yanımda, “Ama o da görecek gününü” diye tehdit savurdu. Ben de bu tehdidi, dikkatli olması için Mustafa Onbaşı’ya bildirdim. Bilgiyi iletenin ben olduğumu öğrenen Sampson, ‘Bir kurşun da sana helal olsun’ dedi. Ben de cebimen çıkardığım parayı ona uzatarak, ‘Al parayı da, çıktığında yeterli paran olmayabilir’ dedim. Yüzüme kinle bakarak, ‘Sen şaka sanın’ diye söylendi. Bir süre sonra çıkan afla Sampson’un idam cezası ebediye çevrildi. Affın gerçekleştiğini duyduğunda sorumlu çavuştan öteki iki EOKA’cı Nikos Sofokleous ve Rossides ile kucaklaşmak için kapıyı açmamızı istedi. Kapıyı açıp bucağa çekildim, savunmaya geçtim ve topuzumun kolanını çıkardım. Üstüme doğru geldi ve ‘Ahmet Bey şimdiye kadar olanları unutacağız. Sen benim gardaşımsın bundan sonra’ dedi ve kucaklaştık. O dönemler İngiliz Sömürge Dönemi idi. Tehlikeli görülen tutuklular, Birleşik Kırallık’a gönderilir ve orada cezaevlerinde tutulurlardı. Sampson da gönderildi. Orada bize bağlı 3-4 gardiyan görev yapardı.

“BU MEMLEKETTE ARTIK YAŞANMAZ...”

Zürih ve Londra antlaşmalarının 1959’da imzalanmasından sonra Krallık’ta bulunan EOKA’cı mahkumlarla birlikte Sampson da serbest bırakıldı ve Yunanistan’a gitti. Cumhuriyet kurulana kadar Kıbrıs’a gelmesi yasak olduğu için, orada kaldı. 16 Ağustos 1960’ta Rodos’ta Makarios tarafından karşılanarak, Kıbrıs’a döndü. Rodos’taki bu karşılama töreninde Sampson, Makarios’a cumhuriyeti kastederek, “Biz bunun için mi harp etmiştik?’ diye sitem etti. Makarios da bunun üzerine yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti için, o ünlü ‘sıçrama tahtası’ tabirini ilk olarak kullandı. Orada görevli gardiyan arkadaşımız Ramiz Onbaşı, Kıbrıs’a gelince, “Bu memlekette artık yaşanmaz” diyerek İngiltere’ye göç etti.

16 Ağustos 1960 tarihi, aynı zamanda antlaşmalara bağlı olarak Türk ve Yunan alaylarının Kıbrıs’a resmen geliş tarihidir. Mağusa Limanı’ndan adaya ayak basan Türk Alayı’nı karşılamak için, hemen hemen tüm yurttaşlar sokaklara dökülmüş, çok büyük bir çoğunluk da alayı Mağusa Limanı’nda karşılamıştı. Yol boyunca kurbanlar kesilip, karşılama törenleri gerçekleştirildiği için, alay, iki saatlik yolu neredeyse altı saatte tamamlayabilmişti. Oysa Rumlar’ın çoğunluğu, Yunan Alayı’nı karşılamak yerine, uçakalanına gitmiş ve EOKA’cıları karşılamıştı.

MAHİ GAZETESİ...

Sampson, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, ‘Muharebe’ ya da ‘Mücadele’ anlamına gelen ‘Mahi’ gazetesini kurdu. Bakanlıklar  ile milletvekilliği sandalyeleri EOKA’cılar arasında paylaşılırken, adada olmadığı için, haksızlığa uğradığını düşünüyordu. Bu arada çift taraflı casusluk yapan Yorgacis, yeni devletin lider simaları arasına yükseliyordu. Makarios’tan sonra en güçlü şahsiyet olmuştu. Sampson’un Yorgacis ile ilişkileri giderek bozuldu ve nefret sınırlarına ulaştı.

14 Mayıs 1961’de, Kıbrıs’ta sadece üç haftadır kalan İngiliz mimar Peter Gray’in öldürülmesiyle bağlantısı olduğu şüphesiyle Sampson bir kez daha tutuklandı. Nöbete gittiğimde, ‘Gardaşçığım!’ diye bana sarıldı ve ‘Görür müsün senin o... (Yorgacis) ne yaptı bana?’ dedi. Ben,’Yok yahu!’ deyince, ‘Bilirdim kabul etmeyeceğini zaten’ diye ekledi.

Sampson, bu suçtan delil yetersizliğinden dolayı serbest kaldı ve bir daha hiç karşılaşmadık.”