Bir haziran ayı… Bir sınav ayı daha… Ve Yarış Atlarımız… Caretta Carettalarımız…

Hade gelin itiraf edelim: Sınavlarla inanılmayacak bir ‘pranga’ vuruyoruz çocuklarımızın yaşamına… üretimle – çağdaşlıkla ne oranda bütünleştiği hayli şüpheli, yığınla – sözüm ona – bilgiyi sınavda çıkabilir diye yüklemiyor muyuz gencecik beyinlere.

Neriman Cahit

Çocuklarımızı birer yarış atı gibi yarıştırdığımız…  Onları canından bezdiren, çocukluklarını yaşatmayan, yanındaki sıra arkadaşını dahi rakibi görüp, sevgisizliği yaşatan… Günde en az 4-5 saat çalışıp, özel dersten derse koşturan… Tıpkı, yumurtadan çıkar çıkmaz, yırtıcı kuşlara yem olmamak için canlarını dişlerine takıp denize koşan yavru deniz kaplumbağaları, ‘Caretta Caretta’ yarışı gibi… Soluk soluğa, çaresiz, yorgun ve öfkeli çocuklar…

Onları, hayatın dışına iten ve sadece bir tek gerçekle: Çalışmak, durmadan çalışmak gerçeğiyle – sevdikleri – sevecekleri şeylerden uzak bırakan bir sistem bu…

BİRER YARIŞ ATI GİBİ…

Hade gelin itiraf edelim: Sınavlarla inanılmayacak bir ‘pranga’ vuruyoruz çocuklarımızın yaşamına… üretimle – çağdaşlıkla ne oranda bütünleştiği hayli şüpheli, yığınla – sözüm ona – bilgiyi sınavda çıkabilir diye yüklemiyor muyuz gencecik beyinlere.

Gerek ilkokul, gerekse lise olsun, bu öyle bir süreçtir ki, ne ders ne de test kitaplarında yazılanlar asla eleştiri süzgecinden geçirilmez, fazla araştırılmaz. Sadece ezberlenmesi gereken kurallar vardır. Bir tür yutulması gereken haplar… Ve, kaçınılmaz sonuç: Öğrencinin çocukluğunu / gençliğini yaşayamaması, sıkılması, bunalması ve hayatı boyunca ‘bilgi edinme’ eyleminden zevk almaz hale gelmesidir!

Bir de – bizde olduğu gibi sonuç, “ölüm – kalım meselesi” haline getirildi mi, sınavlar, öğrenci için kâbusa dönüşür…

***

Tabii, madalyonun bir de öteki yüzü var: Ailelerin, “ana-babaların” durumu ki çocuklarınkinden pek de farklı değildir. Çocuklarıyla birlikte, aylar, hatta yıllarca sinir bozucu, yıpratıcı bir çarkın içindedirler. Özellikle de sınava mek parmak kala gerginlik, huzursuzluk ve kaygılar doruğa çıkar… Unutmamak gerekir ki, “oğlum filan koleji kazandı” ya da, “kızım falan üniversitede okuyor” diyebilme mutluluğunu, ‘kendi egosunu’ tatmin etme yolunda bir tutkuya dönüştürmek, pek çok anne-baba için kendini yiyip bitirmekle eş anlamlıdır.

Ailelerin yaptığı bir hata da, çocuğun da duyabileceği mekanlarda, “onun gibi, koskoca bir doktorun / öğretmenin / mühendisin vb. çocuğuna kazanamamak yakışır mı? sonra, el alem ne der!...”

Tabii ya, ‘Özel öğretmen tuttular, dershaneye gönderdiler, yine de beceremedi’ diye kendileriyle alay etmezler mi! Dostlar, komşular, herkes, kendi evladının kazandığı okulu gururla dile getirirken, onlar rezil olmaz mı, utançlarından yerin dibine geçmezler mi? (maalesef, bu kervana sınıf öğretmenleri ve özel ders hocaları da katılmakta… Geleceğin nesillerine bilgi aktarmak, bilimin ve sanatın ışığıyla körpe beyinleri beslemek yerine, onlar da o çocukları birere ‘yarış atı’ gibi kullanmakta!)

GERÇEKTEN HABERSİZ(MİY)İZ…

İşin ilk adımından başlayarak olayı algılamalı, ona göre davranmalıyız. Yani, insan zekâsının farklı nitelikleri olduğu… Yani, bazı insanlarda “yaratıcı zekâ”nın daha güçlü olduğu. Ya da, bazılarında “sözel”, bazılarında ise “şekil-uzay” ilişkileri yeteneğinin daha baskın olduğu gerçeği. Söyler misiniz, hangimiz hem Fizik hem de Edebiyatta aynı ölçüde başarılı olduk? Kimya’ya ve coğrafyaya eşit derecede ilgi duyduk…

Şunu lütfen unutmayalım: Kendimize tanıdığımız her hak, çocuklarımız için de geçerlidir!

Haa, bir can alıcı nokta daha: KIYASLAMAK…

Çocuğumuzu asla başkalarıyla, kardeşiyle bile kıyaslamayın… Ona, başarılı öğrencileri örnek göstermeyin; çünkü insan oğlu ve kızı için en kavurucu duygu… Sürekli olarak eksiklerinin, başarısızlıklarının yüzüne vurularak, başkalarının örnek gösterilmesi, onlarla kıyaslanmasıdır…

Bir düşünün, kocanız ya da karınız sürekli sizi komşu Ayşe hanım ya da Ali bey’i överek kıyaslarsa… Sizi acımasızca sürekli eleştiren birine olumlu duygular besleyip, sevgi duyabilir misiniz? (Peki, çocuklarınız için de durum aynı değil midir?)

SAKIN HA…

Duyar gibiyim, peki ama, çocuklarımızın eksiklikleri üzerine hiç gitmeyelim mi, onlarla bunu konuşmayalım, karışmayalım mı?.. Tabii ki, “hayır”… Ama, bunu yaparken, çocuklarımızı, gerçek kimliği, artısı ve eksisi yetenekleri ve yetersizlikleri ile tanıyıp, kabul edip sevmeli ve ona göre davranmalıyız…

Yani, sadece anlatıyla değil, sınavda düşük not aldığı, bazı şeyleri yapamadığı – başaramadığı zamanlarda da… Asla unutmayalım ki eksisi ve artısıyla o, bizim sevgili yavrumuzdur…

Sakın ola, ‘sevgiyi’ ya da ‘sevgisizliği’ çocuğu eğitmek – geliştirmek adına, bir ‘silah’ olarak kullanmayalım…

Ve asla unutmayalım ki, onun yetersizliklerini sürekli gündemde tutan bir tavır kadar özgüveni yakıcı, benlik algısını zedeleyici, kendi kendisiyle – dolayısıyla – etrafındaki diğer insanlarla ‘barışık’ olmayı yok edici başka bir tutum olamaz…

***

Eğer böyle davranmaktaysanız, lütfen hemen kesin… Çünkü çocuğunuzla – çevresindeki herkesle ilişkisi bozulacak… En basit konularda bile, sözel veya fiziksel saldırgan (agresif) tavırlar geliştirerek, hırçınlaşacak, kavgası ve inatçı olacaktır…

Ya da tam tersi: İçine kapanacak… Uykusunda, dişlerini gıcırdatacak, uykusunda konuşacak, haykıracak, ağlayıp, kâbuslar görecek… Hatta yatağını ıslatacak! Bazıları, tırnak yiyecek, parmak emecek, saçlarıyla oynayacak, kaşlarını yolacak, mastürbasyon yapacak, tikleri oluşacak… Her yönde gerileme olacak, vaziyet ağırlaştıkça ‘kekemelik’ dahi yaşayacak…

Eğer ana- baba olarak tüm bunların nedeninin “siz” olduğunu çözemezseniz, iş, çocuğun saçkıran, egzama ve müthiş karın ağrılarıyla kıvranmasına da neden olabilirsiniz.

Evet, iyi niyetlisiniz, evet onun iyiliğini istiyorsunuz ama siz değil, pratiktir önemli olan. Ama, eğer çocuğunuz yukarıda saydığım halleri çekiyorsa… Sakın onu kınamayın, utandırmayın… Yangına körükle gitmeyin… Ciddi mutsuzluklara kapı aralamayın…

-Devam edecek-

 

İlgili Haberler

Dergiler Haberleri