Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Kitabı geçenlerde bir dostum getirdi, uzatırken yazarın ismini de söyledi, “okudun mu” diye sordu. Yazarı bilmiyordum, kitabı da okumamıştım. “Oku, sonra konuşalım” dedi, gitti. Bir hikâye kitabıydı, ismi “Limon Yağmuru”, yazarı ‘Emrah Öztürk’. Ayak üzeri karıştırdım, 1986 Kıbrıs doğumlu olduğunu öğrendim. Yakındoğu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü’nde okumuş, yüksek lisansını Sunderland’ta tamamlamış. Film çalışmaları yanında çeşitli dergilerde hikâyeleri yayınlanmış, 2005’te Süleyman Uluçamgil Şiir Ödülü’nü kazanmış, 2012’de ‘Tarık Dursun K Öykü Yarışması’nda da özel ödüle layık görülmüş. ‘Limon Yağmuru’ ilk hikâye kitabı. Biraz daha göz gezdirdikten sonra götürüp masanın üzerine bıraktım.
Ayni gün gecenin geç vakti, okuyacağımı okumuş artık yatmaya hazırlanıyordum ki dostumun sabahleyin getirdiği kitap gözüme ilişti. Uzanıp yeniden elime aldım, ilk sayfayı açtım ve ilk hikâyenin -adı da ‘Hikâye’- ilk cümlesini okudum: “Efendim, ben basit bir çamaşır leğeniyim.” Bir hikâyenin -bir romanın da- ilk cümlesinin metnin kaderini belirleyecek kertede önemli olduğuna yürekten inanmışımdır. Bir işaret fişeği olduğunu düşünürüm ilk cümlenin; ya fitilini ateşler metnin ve ardı sıra gelecek, o ateşi sürekli harlayacak cümlelerin habercisi olur, ya da bir anda sönüp gidecek başarısız bir heves olarak tükenir. Burada ustalık yazarın kendisinindir. Yazmayı bir varoluş sebebi olarak kabul edecek kadar önemseyen, bunun zahmetini ve çilesini sonuna kadar çeken, o sabrı gösteren, ince eleyip sık dokuyan, donanımı güçlü, yeteneği yüksek yazardır bu serüveni okuru için vazgeçilmez kılacak dili ve anlatıyı yaratacak olan. O dil ister çırılçıplak bir sadeleği taşıyarak yüzeyde seyretsin ve kendini nispeten kolayca ele versin; isterse sisler içine gömülerek derinlere insin, daha çok bir ‘iç ses’ olarak doğurgan bir belirsizliğe bel versin, aynı anda okurun yüreğine ve bilincine dokunabilmeli, onu kendine dâhil edebilmeli, serüveninin etkin parçası kılabilmelidir. Bunu hissettiğimden midir, okuduğum bu kısacık ilk cümle bende, arkasının iyi geleceği kanısı uyandırdı. Ucuna iliştiğim koltuğa iyice yerleştim ve sonu nereye varacak diye okumaya devam ettim: “Kalın plastik gövdemde ne bir kabarma, ne de özenle işlenmiş bir çiçek deseni var. Bilakis alabildiğine sade, sıradanım. Tek albenili yanım rengim; sabah melteminde ışıldayan bir narçiçeğinin renginden yapmışlar beni.”
Durdum ve biraz soluklandım. Bu satırlarda beni uyaran, kışkırtıcı bir yan hissettim. Üstelik sadece dilin kendinde içkin gizli çağrışımları değildi beni uyaran ve kışkırtan, ilginç bulduğum başka bir şey daha vardı burada. Bir ‘nesne’ ‘özne’leştiriliyor ve onun hikâyesi anlatılıyordu. Cansız olana can katmak, onu tinsel bir varlığa dönüştürmek, hayatın bir parçası kılarak onun üzerinden hikâyesini yazmak/anlatmak zor ve iddialı bir seçimdi. Eğer bir hikâye yazarının işi büyük olayları anlatmak değil, belki asıl küçük, sıradan olayları ilginç kılmak, onların hikâyelerini anlatmaksaydı, galiba üstüne basmıştım. Hem dahası da vardı;‘özne’nin yerini giderek ‘nesne’lere bıraktığı, bir başka deyişle ‘özne’lerin ‘nesne’leştiği, adeta “nesneler imparatorluğu”nun hüküm sürmeye başladığı, bu bağlamda yoğun bir yabancılaşmanın yaşandığı günümüz dünyasında, tam da bu durumun simgesi olabilecek bir nesne’nin (‘leğen’in) hikâyesini okuyacağım düşüncesi, yeterince heyecan vericiydi. Bunu mu murad ediyordu yazar yoksa bütün bunları ben mi vehmediyordum, bilmiyorum; ama ‘yazar-metin-okur’ üçlüsünün aralarında kurulacak ilişki tam da böyle olmak gerekmiyor muydu? İyi bir edebi metnin, yazarından bağımsızlaştıktan sonra okurun hayal ve anlam dünyasında yeniden ve çoğalarak inşasını mümkün kılacak, o ihtimalleri ve imkânları içeren bir potansiyele sahip olması beklenmiyor muydu? Aklımdan bunları geçirirken bir yandan da acaba burada yazar okura o yolu açabilecek, onu serüvenine dâhil edip peşinden sürükleyecek beceriyi gösterebilecek mi diyerek daha da artan bir merakla okumayı sürdürdüm.
Hikâyeyi -ismi ‘Hikâye’ olan- bir solukta okudum. İtiraf etmeliyim ki henüz yolun başında olan bu genç yazar, kurgusu ve özellikle diliyle beni şaşırttı. Usta işi sayılacak kertede bir işçilik sergiledi; metin, üzerinde parlak ışıltıların yansıdığı bir su gibi aktı. Narçiçeği rengindeki ‘leğen’in geniş zamanlara yayılan, o zamanların yoğunlaştığı ‘an’lık kesitlerdeki olayların, hallerin, durumların ve duyguların anlatımıyla örülen ve kendince geçirdiği saltanat günlerinden sonra artık işe yaramaz diye fırlatılıp atıldığı kuru bir dere yatağında sona eren hikâyesini bitirdiğimde, geride, pürüzsüz bir dilin lezzeti, o dilin melodisi ve belleğimde çoğalan suretleri kaldı. Etkilendim ve şunu da düşündüm: Sınırlı ömrü ile sınırsız hayalleri arasında sıkışıp kalan, yaşam-ölüm diyalektiğinin burgacında savrulan ve nihayetinde kaçınılmaz olarak ölüme doğru yol alan insanın da büyük -yoksa küçük mü- hikâyesiydi okuduğum aynı zamanda. Başlangıcı gibi sonu da çok çarpıcıydı. Hikâyesine “Efendim, ben basit bir çamaşır leğeniyim” cümlesini yazarak, bir bakıma metnin işaret fişeğini ateşleyen yazarın, en sonda kurduğu cümleleri de o ateşin hiç sönmemesini sağlayacak efsunlu bir nefes gibiydi. Bu cümleler aynı zamanda yazarın -leğen’e atfettiği- dileğiydi ve her şey bir yana, kanımca asıl onun yazarlık serüvenine -yazarlık iddiasına-, yazma tutkusuna yönelik ipuçlarını içermesi bakımından da dikkat çekiciydi. Şu çarpıcı cümlelerle bitiriyordu ilk hikâyesini Emrah Öztürk: “Efendim, beni bir hikâyeye dönüştürün lütfen. Bir hikâye olmak, dudaklarda dolaşmak, karşıma çıkan herkese o güzel kadını anlatmak isterim. Her sese, her kâğıda sığarım, her kulağı, her gözü dostum bilip konuşurum. Hem siz söyleyin, kalpte böyle dağlanmış bir yara varken susulur mu hiç?”
Yazarın “Kalpte dağlanmış bir yara” kadar derin, sancılı ve de hiç bitmeyecek “hikâye olmak/yazmak” tutkusu olarak da okuduğum bu cümleleri, bana bir başka yazarı ve onun yazma tutkusunu anımsattı: Sait Faik’i. Sait Faik ‘Haritada Bir Nokta” hikâyesinin sonunda, içinde bir yanardağ gibi kaynayan o vazgeçilmez yazma tutkusunu şu muhteşem satırlarla dile getiriyordu: “Söz vermiştim kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Hayata hikâyelerin içinden bakmak.. Ya da hayatı bir hikâye veya hikâyeyi bir hayat olarak yaşamak.. Kelimelerin mucizesine ve her şeyin bir hikâyesi olduğuna inananların, sihirli cümlelerin ortasında yaşayanların, hakikati/gerçekliği oradan sorgulayan, duyumsayan, çoğaltan ve oradan yeniden kuranların, hasılı has yazarların, büyük rüyasıdır bu. Emrah Öztürk de bu rüyayı görenlerden ve yazmayı bir tutku olarak yaşayanlardan. Kitabın tamamını okuyup bitirdiğimde bunu daha iyi anladım. Gösterdiği özenle, diliyle, bakışlarındaki derinlikle, gördüğü ve duyumsadığı her şeyi kuşatan ‘iç sesi’yle ve nihayet göz ardı edilemeyecek yeteneğiyle, daha ilk kitabında neredeyse bir özgünlüğü yakaladı.
Evet, Emrah Öztürk ilk kitabıyla edebiyat dünyasına sağlam bir giriş yaptı. Kıbrıslı Türk edebiyatının bakir toprağında “sabah melteminde ışıldayan bir narçiçeği” gibi açtı. Türkçe edebiyat dünyası ise yetenekli, gelecek vadeden yeni bir yazar kazandı.