Bir İnsan, Bir Hayvan, Bir Gaile, Bir İnsan, Bir Taş

“Düşünen hayvan”ın bir zamanlar hiç yabancı olmadığı Füruğ Ferruhzad’ın özgür kuşuna veya Aziz Nesin’in mutlu kedisine dönüşü mümkün mü?


İsmail Özsoykal
ozsoykal@gmail.com

                Hiç bir kuşa bakıp “Ah, keşke şunun gibi olsam be!” dediğiniz oldu mu ? Füruğ Ferruhzad’ın oldu. “Kuş, Sadece Bir Kuştu” adlı şiirinde baharın gelmesiyle kendine bir eş bulmak için huzurlu ve özgür bir şekilde uçabilen bir kuşa bakıp iç geçirdi İranlı şair; öykündü. Çünkü, şaire göre kuş, insan olmanın neredeyse kaçınılmaz bir sonucu olarak vücut bulan zihin mahsulü zincirlerinden sadece kuş olduğu gerekçesiyle bihaber ve azadedir. Dolayısıyla onun uçuşu, kendi içinden gelen istekleri haricinde pek bir sınır ve bağlayıcılık tanımaz. Aynı şairin yayınlandığını göremeden vefat ettiği son kitabındaki “Kuşlar da Ölümlüdür” şiirinde yer alan, sosyal medyada yaygın olduğu şekliyle “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” dizeleri de kuşkusuz aynı kuş üzerinden yapılan bir göndermedir. Kuş ölür, insan da ölür. Ama hatırlanmaya değer olan şey insanın yaşayışı değil kuşun uçuşudur. Neden ? Çünkü şaire göre bu uçuşa yaraşır bir insan yaşayışı pek yoktur. “Olur mu canım, ne güzel yaşıyoruz biz de!” diyenleri ikinci bir soru eşliğinde Aziz Nesin köşemize alalım. Sorumuz yine basit. Hiç bir kediye bakıp “Neden ben de bu kedi gibi yaşayamıyorum!” gailesine düştünüz mü ? Sanırım Aziz Nesin düştü. Ağır hiciv içeren “Mutlu Kedi” adlı kısa öyküsünde Aziz Nesin, sorması bir nebze kolay fakat yanıtlaması hayli çetrefilli olan o “neden” sorusuna “yuvarlak” bir cevap verir. İnsanların nereden geldiğini kestiremedikleri bir emre sorgusuz itaat etme gereği duyarak, hiç yoktan kendilerini çevreleyen daireler çizdiklerini, sonra bu dairelerin içinde hapsolduklarını ve bunu anlamalarına rağmen onları aşacak iradeyi bir türlü ortaya koyamadıklarını anlatan hikayenin sonunda tüm dairelerin içinden, dışından, arasından, insanlara nazire yaparcasında geçip giden mutlu bir kedi belirerek tabiri caizse onlara Yeni Türkü’nün “Çember” adlı şarkısını mır mır mırıldanır. Hadi gelin itiraf edelim. Edebiyatçılar pek haksız sayılmaz, biz insanlar galiba biraz sıkıntılıyız. Yani en azından “nasıl bir yaşam” sorusunun, cevabı ne olursa olsun, salt bir “yaşama” güdüsünün önüne geçmiş olması bile bu sıkıntıyı yaratan farklardan biri. Peki bu fark nereden gelmektedir ?

                Çeşitli düşünürler insanı tanımlarken “hayvan” kelimesinin önüne insan türünün fikirsel veya eylemsel gelişim süreçleriyle bağdaştırdıkları farklı özelliklerini koymuşlar. Kimileri insanı şüpheciliğiyle ele alıp ona “Şüphe duyan hayvan” demiş, kimileri “sorgulayan hayvan”, “toplumsal hayvan”, “politik hayvan” vesaire gibi tanımlarla insanı çevresine ve türdeşleri arasındaki davranışları ekseninde etraflıca açıklamış. Bunlar arasında en bilineni sanırım Aristo’ya ait olan “düşünen hayvan”dır. Fransız bilim insanı Pascal Picq ise bu tanıma önemli bir katkıda bulunur: “İnsan düşünen tek hayvan değildir ama hayvan olmadığını düşünen tek hayvandır”. Kendi adıma, bu katkının somut bir örneğine 12 yaşında bir arkadaşımla birlikte çalıştığımız fen bilgisi dersinde şahit olduğumu söylemeliyim. Bitkiler ve hayvanlar arasındaki farklılıklar üzerine çalıştığımız bir esnada boş bulunup “hayvan” olarak kendisini örnek verdiğim genç arkadaşımın, fal taşı gibi açılan gözleriyle “Ne demek yani ? Sen şimdi bana ‘hayvan’ mı demek istedin ?” sorusu üzerine nasıl bir tepki vereceğim konusunda açıkçası bocalamıştım. Çok safça ve basitçe sorulan bu soruya doyurucu bir cevap verebilmek ise hayvanlıktan insanlığa geçiş yolu üzerinde tam teşekküllü bir irdelemeyi gerektiriyor. Çünkü Alman düşünür Arnold Gehlen’in de dediği gibi insanda bir hayvanlık vardır ama insan denilen varlık zaten bu hayvanlığın sınırını aştıktan sonra başlamaktadır.     Söz konusu sınırın hangi süreçler sonucunda neden ve nasıl aşıldığına dair farklı fakat birbirine ters düşmeyen perspektiflerlerden önemli antropolojik kuramlar geliştirilmiştir. Özellikle atalarımızın dik yürümeye geçişleriyle birlikte elin iş üretecek yetkinliğe erişmesi, ilk aletler ve el-beyin etkileşimi, insanlar arasındaki işbirliğinin artması ve böylelikle dilin işlevsellik kazanarak düşünceyi tetiklemesi bu kuramların amiyane bir özetidir. Gelişen akıl, işbirliği ve düşünce mekanizmaları insanın doğadaki eylemselliğini artırmış ve böylelikle içgüdülerin yerini sosyal, etik ve entellektüel öğelere göre değişebilen öğrenilmiş davranış biçimleri almıştır. Tüm bunlar insanın doğaya karşı özgürleşmesini, diğer hayvanlardan başkalaşırken farklı kültürlerin çatısı altında türdeşleriyle kurduğu ilişkilerin artmasını ve fakat artık sadece beslenme, korunma, üreme gibi zorunlu ve doğal ihtiyaçları doğrultusunda değil, çok önemli bir fark olarak farklı düşünceleri ve istekleri doğrultusunda da yaşayabilmesini sağlamıştır. Ama insanla doğa arasındaki ve aynı zamanda belki de türdeşleriyle kendisi arasındaki en önemli kırılma noktası tarım devrimiyle yaşanmıştır. Bu noktadan sonra, insanın hayvanlarla bitkileri de evcilleştirebildiği için göçebe yaşamayı bırakıp yerleşik hayata geçmekte olduğuna, yiyecek biriktirebildiğine, kulübeler inşa edebildiğine, yani kısacası kendine özel mülkiyetler yaratmaya başladığına şahit oluruz. Özel mülkiyet miras olgusunu oluşturmuş, mülkiyeti korumaya ve onu ebeveynden çocuğa aktarmaya yarayacak devlet ve aile kurumlarının sosyopolitik zemini hazırlanmıştır. Dinlerin artık yavaş yavaş tek tanrılı olması, kadınların üretimden koparılarak onlara sadece tarımsal faaliyetlere yönelik iş gücü sağlamak için daha çok çocuk doğurma ve besleme görevlerinin atfedilmesiyle ataerkil düzene geçişin temelleri de yine bu dönemde atılmıştır. Nihayetinde uygar insan artık teknik becerisi sayesinde doğayı fethetmiş fakat gerek mülkiyet gerekse cinsiyetler arası hiyerarşi bakımımndan kendi türü içerisinde nesilden nesile aktarılacak olan siyasal eşitsizlikler yaratmıştır. İnsan, birlikteliğini artık doğal şartların tehdidi altında değil, kendi yarattığı siyasal eşitsizliklere karşı yine kendi yarattığı tanrı, millet, para, adalet gibi doğada bulunmayan hayali motivasyonlarla sağlamaya çalışacaktır. İşte temelinde özel mülkiyeti barındıran ve insanlığın hem kendine hem de doğaya karşı sonsuz yabancılaşma mekanizmasını tetikleyen en büyük gailenin hikayesi de böylece başlayacaktır. Artık insanlar Aziz Nesin’in hikayesindeki gibi doğayla aralarına daireler çizmeyi öğrenerek büyüyecekler ve birçoğu bu daireleri farketmeyecektir bile. Peki insan bu gaileyi bertaraf edebilir mi ? “Düşünen hayvan”ın bir zamanlar hiç yabancı olmadığı Füruğ Ferruhzad’ın özgür kuşuna veya Aziz Nesin’in mutlu kedisine dönüşü mümkün mü? Cevap aslında basit. İnsan maalesef bir kaset değil, geri sarılmıyor. Ama en azından belki bir “köpek”ten bahsetmek için antik çağa kadar geri sarıp daireyi yoklayabiliriz.

                Bizi hapseden daireden bahsettik. Peki nedir bu daire ? Hammaddesinde ne var ? Zihinlerimizde çizdiğimiz, veya artık bizim çizmemize gerek kalmadan içine doğduğumuz bu hapishane timsalleri elle tutulmuyor, gözle görülmüyor. Bir insanın yaşayışını bir köpekten ayıran ne varsa bu hapishanelerin de harcında o var. Din olgusu ilk akla gelen. Bir köpek vaftiz olmaz, oruç tutmaz. Öldükten sonra kemik dolu bir cennete ya da kavurucu bir cehenneme düşeceğine inanıp doğadaki hareketlerini ona göre belirlemez. Köpeğin bir kimlik kartı da yok. Demek ki onun devlet gibi bir olguya ve vatan millet sakarya edebiyatına inanması da gerekmiyor. Tarihte evlenip çoluğa çocuğa karışan bir çift köpek görmediğimiz gibi cinselliği mahremi olan tekeşli  köpeklere de rastlamıyoruz. Bunları düşünmek bana kalırsa pek zorlayıcı değil. Gelin biraz daha zorlayalım. Bunu yaparken de insanlığın gelişiminde mülkiyetin önemine yaptığımız vurguyu hatırlayalım. Ve soralım : Bir köpek arsa almak ister mi ? Bunun için her gün kemik fabrikasında mesai yapıp, besin değeri çok yüksek muhteşem kemik parçaları hazırlayıp karşılığında ancak fosilleşmiş kemik alabilmesini sağlayacak bir miktar para almaya razı gelir mi ?

                Antik çağa geri saralım demiştik. Saralım. Yukarıda anlattığımız insanın düştüğü durumlar ve sorduğumuz sorular üzerinde düşünerek hayatını bir köpek gibi yaşamaya karar veren bir insandan bahsedelim. İnsanımız Diyojen “Antik Yunan”da yaşar. Sinop’ta doğmuş, ardından babasının kalpazanlık yaptığı anlaşılınca babasıyla birlikte kendisi de Sinop’tan Atina’ya sürülmüş ve hayatına orda devam etmiş. Anthisthenes’in yanında felsefi bir eğitim almaya başlamasıyla Kinik felsefeyle tanışmış. Kinik felsefe kısaca insanın doğaya uygun bir şekilde, bir köpek nasıl yaşarsa tam da öyle yaşamasını savunan, bunun için de  ihtiyaçlarının ötesine geçen maddi tüm arzularından arınmasını öngören bir pratik. Diyojen bu pratik içinde pişmeye başlarken rivayete göre bir gün Atina’da düzenlenen bir şenlikte herkes ziyafet çekerken kendisi de insanlar tarafından fakir görüldüğü ve dışlandığı için bir köşede uyumaya çalışıyormuş. İnsanların sahip olduğu çoğu şeyden yoksun olduğunu düşünürken bir farenin gayet rahat bir şekilde insanların arasına girip çıktığını, ekmek kırıntılarından karnını doyurduğunu fark etmiş ve Atinalıların lüks hayatlarına imtina etmeyen bu fareden kendi adına ders çıkarmış. Bundan böyle mala mülke tapmaktan evlilik temelli kadın erkek ilişkilerine kadar insanı doğasından koparan her türlü dayatma geleneğe karşı ahlaki bir refleks geliştirecek ve bu kopuşlara yenik düşen insanları yozlaşmış birer köle olarak nitelendirecektir. Diyojen’in sahip olduğu eşya sırtındaki harmanisi, hastalandığında yürümesine yardımcı olacak bir asası, bohçası, çeşmeden su içmek ve yemek yemek için kullandığı bir tası ve bir gaz lambası ile sınırlıydı. Rivayete göre bir gün çeşme başına gelip avuçlarıyla su içen iki çocuğu görmesiyle tasına da ihtiyacı olmadığını düşünüp ondan da kurtulacaktı. Genellikle içerisinde yatıp kalkacağı bir de fıçı vardı ama o kamuya açık her yerde yatıp kalkabilirdi. Bir gün gündüz vakti elinde gaz lambasıyla Atina sokaklarına çıkıp insan aradığını söylemesi aslında artık toplumun onu değil, onun toplumu ötekileştirdiğinin bir göstergesidir. O artık köpeksidir. İşte koskoca Makedon Kralı Büyük İskender’le aralarında geçen konuşma da temellerini bu yaşayıştan alır. Büyük İskender imparatorluğunu Atina’ya kadar ilerletmiştir. Birçok devlet adamı ve filozof onunla tanışmak için el pençe divan sıraya dizilmiştir. Bu sırada Diyojen yoktur. O, fıçısının kenarında güneşin tadını çıkararak avarelik etmektedir. Bu İskender’in kulağına gider. Adamlarını toplayıp Diyojen’in başına dikilen İskender Diyojen’e kendini gösterir ve Diyojen’den birşey isteyip istemediğini sorar.  İskender çok büyük bir iktidar sahibidir ve insanlara ölümsüzlük dışında veremeyeceği şey yoktur. Buna karşılık Diyojen’in İskender’den istediği şey, başına dikilip güneşini kapatmaktan vazgeçmesidir : “Gölge etme başka ihsan istemez”.

                Diyojen ile çağdaş olan başka bir filozof Epikuros uygar insanın ihtiyaçlarını üç kısımda inceler. Bunlar doğal ve zorunlu ihtiyaçlar, doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlar ve hem doğal hem de zorunlu olmayan ihtiyaçlardır. Epikuros, erdemli bir yaşamın ön koşulunun insanın sadece doğal ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılamasıyla sağlandığını söylemektedir. Günümüz uygar toplum ekonomisi ise kendisini bize “insanın sınırsız ihtiyaçları ile tabiatın sınırlı imkanları arasında bir denge kurma uğraşı” olarak yutturmaktadır. Doğanın imkanlarının elbette bir sınırı vardır. Fakat insanın ihtiyacının sonsuz olduğu düşüncesi hiçbir gerçekliğe dayandırılması mümkün olmayan bir inanç zırvalığından başka birşey değildir. Mevcut ekonomik düzen bize sınırsız ihtiyaçlarımız olduğu düşüncesini aşılarken “İskender” figürünü ise istenebilecek şeylerin en büyük sahibi, tek bahşedeni olarak karşımıza çıkarır ve özgürleşmek için ona biat etmemizi ister. Buna karşılık “Diyojen” figürü ihtiyaçları ile kendi iradesi dışında gelişen, kendini özgürleştireceğini değil köleleştireceğini düşündüğü istekler arasında bir ayrım yapmayı becererek yaşar. Onun ihtiyacı olan şey hayatta kalacak kadar su, yemek ve bazen gölgesinde serinleyebileceği bir selvi, bazen de içini ısıtacak ve kimsenin ona verip ondan alamayacağı bir güneştir. Kendini ait hissettiği yer bir ev veya ülke değil tüm dünyadır. Nitekim Diyojen’in kendisini “Ben Dünyalıyım” diyerek niteleyen ilk insan olduğu bilinir.

                Baruch Spinoza özgür iradeyi ele alırken “havaya atılan bir taşa düşünme yetisi verilirse, taş  kendi isteğiyle yere düştüğünü düşünecektir” der. İnsanlar kendi isteklerini güden nedenleri bilmediğinden kendilerini özgür zannederler. İsteklerini karşılayan üst yapının kendileri için var olduğunu ve en önemlisi seçimlerini belirleyenin bu üst yapı değil kendi özgür iradeleri olduğunu düşünürler. Dolayısıyla isteklerini karşılayan üst yapıya daha çok inanır ve daha çok isterler. İstemenin zaruri bir ihtiyaç olduğuna inanırlar. Nihayetinde, yeni ihtiyaçlar yaratmak ve gidermek insanları var eden ve aynı zamanda hapseden büyük bir yapıtaşı haline gelir. İşte Füruğ Ferruhzad’ın kuşu, Aziz Nesin’in kedisi ne ise Diyojen de o olmuştur. Peki biz neyiz ? Bana kalırsa, Gülten Akın’ın “ya sevmeli, ya öldürmeli” dediği Spinoza’nın mutlu taşları gibiyiz. Mutluyuz ama. Hepimize mutlu pazarlar.

Dergiler Haberleri