Bir kadın, bir ressam ve bir model üzerine düşünceler…

Her şey nasıl başladı? Veya her başlangıç aslında bir geleceği vaat eder mi? Belki böyle başlamak daha doğru. Neden?

                           

 

 

Uzun bir ara, belki biraz mola diyelim ve yine yazmak!

Bazen nadasa bırakmak gerek kelimeleri, bu bağlamda da kelimelerin türettiği düşünce cümlelerini ve sonra bir gün masa başına oturup klavyenin tıkları arasında yeni cümleler kurmak, kurabilmek. Yazıya başlarken çok düşünce geçti aklımdan. Günlük gibi tuttuğum not defterlerimi karıştırırken buldum sonra kendimi. Ne arıyor olabilirdim ki, geçmişe dair? Sonra 2008 yılının sıcak bir Temmuz gününü gösteren sayfaya takıldı gözüm. Bir söz vardı sayfayı dolduran cümlelerin en başında:

 

“Kendimi yaratır ve anlarım, eğer beni anlamayan biri varsa, onun için ne kötü!”

 

Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan bir yazarın sözleridir okuduklarınız. Tüm servetini inandığı Marksizm uğruna köylülere bağışlayacak, onlar gibi yaşayacak ve sonunda bir tren garında ölü olarak bulunacak kadar yaşamın üstüne üstüne giden bir yazar: Lev Tolstoy!

 

Bazen yaşadığım metropolün kaosunda, yollarda geçen zamanım üzerine söyleyecek sözlerim de kalmıyor. Kalmadığını fark ediyorum. Herkes kendi sessizliğini yaşarmış arka bahçesinde. Ben sessizleştikçe şehrin gürültüsünün daha da arttığını fark ederim. Gürültü kirliliğinin içinde kaybolup gidiyor çoğu zamanlar. Yaşamın rutinini kabul edip, onun dilinden konuşmaya başlıyorsunuz sanki. 

 

Ve sonra bir sergiye gidiyorum ve orada küçük bir kız çocuğunun yazdığı nota takılı kalıyor gözlerim: “Yarının daha güzel bir gün olmasını diliyorum!”

 

Her şey nasıl başladı?

Veya her başlangıç aslında bir geleceği vaat eder mi?

Belki böyle başlamak daha doğru. Neden?

Çünkü söz konusu bir kadın ve aynı zamanda sanatçı olunca ister istemez farklı başlangıç noktalarına sürükleniyor bellek yazı yazmaya başlamadan önce. Hep aynı durum. Nereden ve nasıl başlamalı? Bir kadın olarak mı yoksa her şeyi bir kenara bırakıp “sanatçı” olarak genel bir tanımlamayla mı sözcükler arasında kaybolmalı? Tercihim her zaman için “kadın” olgusuyla başlamak olmuştur. Bir kadının daha doğru bir deyişle kadın sanatçının anatomisini sözcüklerle çizerken.

 

Zor iş!

 

Söyleyecek çok şeyin içinde bir o kadar da hiçbir şey yok gibi görünüyor bazen bana. Nedense?

Yaşadığımız toplumda sanat adına mı? Yoksa kadın sanatçı adına mı? desem söz dağarcığım da üzüntüm gibi yoksul. Çok fazla dramatize etmenin anlamsızlığıyla boğuşurken gerçekleri gördükçe ve kendimi biraz daha şanslı bir yaşamın içinde atfederek kıyısından köşesinden yaşadıkça, yaşayanları gördükçe hele de söz sanata doğru kaymışsa cümlelerin içindeki kırmızıyla yazılan gerçekleri de görmezden gelmek doğru olmasa gerek. Belki de bu nedenledir ki Çiğdem Buçak’ın resimlerinin ana teması olan “kadın” bana yaşadığı toplumda sahip olduğu her şeyin içine gömülü olarak değil de, her zaman tek başına ayakta ve çığlıklarıyla boşluğu delerken resmediliyor izlenimi veriyor. Evet, tam bu noktadan başlamalı. Çünkü yüzeyde, her kadını kendi dünyasından alarak yeni bir boyuta ve kabuklarından sıyırarak farklı bir ara kesite taşıyor.

 

Size “yeni bir dünya vaat ediyorum” derken görüyorum yüzeyin önünde eline boya bulaşmış sanatçı kadını.

Yine evet!

Doğru noktadan başladım yazmaya ve bu bağlamda onu anlatmaya.

 

Ben ki, nadasa bırakmıştım sözcükleri, uzun saçlı bir kız çocuğunun kırmızı bale pabuçlarıyla sarmaladığı yaşamı görerek yeniden filiz verdim cümlelere. Cümleler de bana!

 

Beklemek…

 

Geçen hafta gittiğim değerli dostum Çiğdem Buçak’ın sergisi üzerine, kaleme aldığım, cümleleri bugün sizinle paylaşmak istiyorum:

 

Kadınlara yeni bir dünya yaratırken kendine de “yeni bir geleceği vaat” ediyor. Baktıkça kadınların bedenlerinde, yüzlerinde, attıkları kahkahalarda, isyankâr çığlıklarında ve de yüze vuran her kırışıklıklarda gizlenen duygu dalgasındaki mimikte görüyorum ressamı. Dünyayı bir kadın olarak ikna etmek söz konusuysa, zorlu bir yolculuğun içinde rüzgâra kürek çekerken görüyorum sanatçıyı. Kapitalizmin dünyadaki durumunu düşündüğümde görünüşün içerik kadar önemli olduğu bir alan olarak sanat ortamını da aynı kulvarda/şeritte algılıyorum. Sadece sanat değil, yaşam dış görünüş üzerine kurulu değil mi? Sanatta yaşamın içinde bir uzuv olduğuna göre dış görünüşün egemen kılındığı bir alanda savunduğunuz imgelerle hareket etmek oldukça zordur. Kadının üzerindeki bu baskıyı nasıl yorumlarsınız? Veya şöyle sormalıyım: Kadının üzerindeki bu baskıyı ne kadar günlük yaşamınızda duyumsarsınız? Tartışmak gerek! Peki, hepsini bir yana bırakalım şöyle bir soruyla belleğe takılanları doğru cümleler içinde aktarmaya çalışayım: Türkiye’deki kadının görüntüsü ne kadar özgür? Bir de bunun yanında bedeni üzerinden büyük paralar kazanan kadınları düşünelim. Eğrisiyle doğrusuyla her şeyi iyice düşünmek gerek; neden mi? Sanatta bir imge olarak kadını mı; yoksa sanatçı olarak kadını mı tercih edersiniz? Sorusunun yıllardır bende bıraktığı sorular ve cevaplar içindeki sanat ortamında ayakta durmaya çalışan kadın sanatçılarla birlikte olmaktan kaynaklanan ayrıcalıklı bir durumdan dolayı. Lütfen hoş görün! Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada kadın üzerinden üreten ve tükettiren bir endüstri var. İşte gerçeğe tosladık, çarptık ve de bodoslama daldık: Kapitalizmin gerekleri…

 

Şimdi biraz durmalı ve dinlemeliyim resimleri.

 

Beklemek…

 

İyice, evire çevire düşünüldüğünde tek kelimeyle “çıldırtıcı” bir süreç. “Ne için?” sorusunu önüne eklediğinizde anlamı farklı yollara açılan değişimler gösteriyor. Bir çeşit “umut”un anlamını açıklayan “ne için beklemek?” der gibi. Sonuna eklediğinizde ise verilecek yanıt için öncelikle duraksamayla yeni bir sorunun ortaya çıkışına mahal veriyor.

 

“Beklemek!

Ama ne için?”

Bekliyorum.

Aklıma takılıyor bu çıldırtıcı süreç içinde amazon kadınları. 2002 yılında ilk kez gördüğüm Buçak’ın tek göğsü kopmuş, olabildiğince boşluğa bir o kadar da ölüme haykırdığını iliklerime kadar duyumsadığım kadın’ı. İşte yazı için beklediğim ikinci başlangıca doğru gelip tosladım. Tüm çıplaklığıyla karşımda duruyor amazon. Bu çıplaklık beden olarak algılanıp somut kalıplar içinde kalmamalı. Beden soyundukça aslında var olan bilinçaltındaki tüm gizler de yalınlaşmalı. Çıkarmaya çalışıyorum atılan çığlığın içinden sanatçının duyduklarını, duyumsadıklarını ve bedene çarpan etrafında onu çevreleyen ne varsa daha doğrusu yaşamdan ona kalan izlerin yaralarını.

 

“Her yaşantı bir acıdır insanın içinde” Kim söylemişti? Anımsamaya çalışıyorum. Yaşantını anlatmazsan acı kalır demişlerdi veya demişti. Ama kim? Hatırlamıyorum. Demek ki söyleyenin değil de söylenen sözün kalıcılığı önemliymiş. Ve kalmış. Şimdi burada vaat edilen geleceğe doğru yol alırken çarpıverdi bir şekilde yazının en can alıcı yerine. “Ben bir hiç’im” sözünün ardını düşünelim bir de. “Hiç” olmak aslında çok olmakla eş anlamlı gibi geliyor bana. Zıtlıklar saklı değil midir birbiri içinde? Varla yok, beyazla siyah, gitmekle kalmak arasına sıkışıp kalır anlamlar. Hepsi birbirine muhtaç. Birbirine susayan, birbirini iten ama bir o kadar da birbirinden ayrılamayan kavramlar içinde boğuluyorum. Çok sürreal bir durum! Ama resimler öyle. Sürüklüyorlar bedenimi bir boşluğun içine. Bedene akıl gerek aklı biçimleyen kelimeler de ise bir kadın sanatçı: Bunları yazabilmek için ona ihtiyacım var. Birimiz maddeyi, birimiz sözcükleri biçimlerken buluyoruz kendimizi boşluğun ortasında. Boşlukla mücadele etmeyi severim. Tıpkı hiçlikle mücadele etmeyi sevdiğim gibi. İşte iki anlamdaş bir arada “Boş/luk ve Hiç/lik”. Hadi buyurun çıkın bakalım işin içinden. Zor mu? Ne kolay ki!

 

Sanatçı kendi özünü betimler. “Öz” ü temsil eden nedir? Bedenle birlikte içinde var olan her iç hesaplaşma diyebilir miyiz? Böyle olmak biraz da herkesin içinde tek başına bir izleyici olmayı gerektirir. Çünkü yanından geçen, karşılaşılan, oturan, kalkan, kısaca yaşayan herkes sanatçı için bir modeldir. Onların verdiği her hareket, içte uyandırdığı her olguya bağlı hesaplaşma bir şekilde maddeyi biçimleme an’ı gelip çattığında ortaya çıkacaktır. Çiğdem Buçak için de öyle… İzleyerek algıladığı her şeyi kendiyle yoğurup çıkarıyor ortaya. Sanat izleyicisi veya alımlayıcısı derken aslında gerçek alımlayıcının da yine sanatçının kendisi olduğu gerçeğini duyumsatıyor bizlere. Böyle düşünüldüğünde, her an’ı iç görgüye teslim olan bir yanılsamaya denk getirmeli midir bizleri? Sadece iç görgü değil akademik anlamda figüre olan yaklaşımıyla kendi özgün dilinin harf seçimini de kararlılıkla ortaya koyuyor. Kim demiş iç görgü soyut platformda şekil bulur? diye. Çıkış noktasının günlük yaşamın içindeki yaşama daha doğrusu kadına yönelik bir anlayışı söz konusuysa onun figürün bedeninde özenle hazırladığı imlerini kendine özgü bir dünyaya taşıdığını söylemek kaçınılmazdır. An’ın varsıllaştığı kadın bedenlerine gizlenen yaşama dair ne varsa; işte burada tam karşınızda. Tabi ki tüm bunları bilerek bakıp, baktığının arkasına gizlenmeden yüzleşme cesareti gösteren kim varsa. Sadece bakılanın rol aldığı bir dünyayı da düşünmek yersiz. Bakanın da rol alması gerek sanatçının resimlerinde. Herkes yerini bilecek! Bakacak ve görecek!

 

Baktığında çığlık atabilecek; kahkahaların acı buruk tadına varabilecek misin? Eğer bakamıyorsanız gözlerinizi yumun ve bir boşluk düşünün. Dünyanın başladığı yer neresi? Bu soru cümlesinin sizde uyandırdığı düşünceyi bilmek isterdim. Bakalım “kadın”ın imge olarak resme yansıttığı her sanatçıyla karşılaşmanız da düşüncelerimiz aynı yapıta odaklanıyor mu? “Dünyanın başladığı yer” bir imge olarak kalsın ve tarafımdan açıklanmasın; bu yazının satır aralarındaki her kelimenin ruh boşluğunda.

 

Hep şuna inanmışımdır insan hayatına girmişse bir “hasar” ve delip geçmişse rutin akan yaşamı bir yerlerinden, kanatmışsa, “umut yok” tu dedirtip boşluğa diğer bir deyişle dibi delik paranoyaya sürüklemişse “asıl hasarlar çok sonra ortaya çıkar”. Şimdi soruyorum Çiğdem Buçak’a “ne kadar sonra?”… Onun yanıtı ben resimlerinde buluyorum: “Çok sonra” “Pleroma” yı anımsamak geldi içimden; varla hiçlik arasında bir sırat köprüsü müydü? anlamı bizim için. Var olurken hiç olmak, bir hiçken ansızın saksı düşmüşçesine başına var olmak yeniden yeni olarak. Anlaşılması güç cümleler içinde buldunuz kendinizi… Aslında hayat denilen doğumla ölüm arasına sıkışan ince yol ne ne kadar basit. Doğum geldiğinde ölüm var mı? Yok. Peki, ölüm geldiğinde doğum nerede? Hiç’liğin kutsal kollarında yeniye doğru yol aldı bile!

 

Ben kim miyim?

Dünyanın başladığı yeri kulağınıza fısıldayarak üç kere tekrar edenim:

 

Ben kadınım!

Ben kadınım!

Ben kadınım!

 

Varla yok arasında sürreal bir yazı kabul edin tüm bu düşünceleri ve şöyle demeliyim son söz olarak “hayata alışmayı bekleyenlere” atfedildi.

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri