Bir “Kayıp” Hikayesi

Bir “Kayıp” Hikayesi

Simge Çerkezoğlu

 

12. Tiyatro Festivali boyunca izlediğim oyunlar arasında “Kayıp” bende en çok iz bırakan oyun oldu. Sadece bizim hikayemizi anlattığı için değil, içimizdeki umutsuzlukla da bizleri yüzleştirdiği için etkileyici hatta sarsıcıydı. Oyun 7 Kasım’dan itibaren Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nda tiyatro severleri ağırlamaya hazırlanırken
oyunun yazar ve yönetmeni Aliye Ummanel ile başrol oyuncusu Erdoğan Kavaz’la sayfalarımıza konuk oldu. . Sanatın gücüyle bir yandan hiç yaşamadığımız bir hikayenin içinde kaybolduk, öte yandan kendimizi yeniden bulduk…

ALİYE UMMANEL: “İNSAN ANLAMAK VE ANLATMAK İÇİN YAZAR”

Aliye de aslında savaşı yaşamayan, genç neslin bir bireyi. Ama düne, bugüne ve yarına dair çok kafa yoran, bunun sonucunda da bir Kayıp’ın hikayesini bizimle paylaşan yetenekli bir yazar ve yönetmen.
Aliye dünden bugüne Kayıp’ın hikayesini ve nasıl sayfalara döküldüğünü bizimle paylaştı.

“Savaş sonrası kuşağı anlamaya çalışmak, o kuşağın sorunlarıyla ilgilenmek gibi bir yönelimim var. Kendimi o kuşaktan biri olarak tanımlıyorum. Yazmak ihtiyaçtan ileri geliyor. İnsan bir şeyi anlamak ve anlatmak için yazar. Savaş sonrası nesillerin savaşmadığı halde savaş sebebiyle neler yitirdiği ve savaş yokken bile neyle savaştıklarıyla ilgileniyorum. Dolayısıyla kayıp nesli anlatmaya, anlamaya çalışıyorum. Bir yanda toplumsal acımız,  öte yanda somut kayıplarımız var. Savaşta yitirdiğimiz ve yıllar sonra yapılan kazı çalışmalarıyla yeniden gömülen insanlarımız var. Bu oyunda geçmişimizdeki savaşın kayıpları ve savaş nedeniyle genç kuşağın kaybolmuşluğunu bir arada ele almaya çalıştım”

Oyunun prömiyeri festival çerçevesinde yüzleşme temasıyla yapıldı. ‘Kayıp’ bir anlamda bizi bizimle yüzleştirdi. Aliye neden ilk gösterimi yüzleşme teması altında yaptığını anlattı. Bize adeta içini döktü.
“Bu oyunu sahnelemek için doğru zamanın şimdi olduğunu hissettim ve tiyatrodaki arkadaşlarım da kararımı destekledi. Kayıplarımızı defnetme süreçlerimiz hala devam ediyor. Bu açıdan amacım kayıpların ailelere özgü meseleler değil toplumsal meseleler olduğuna dikkat çekmek. Öte yandan, günümüzde savaşlar devam ediyor. Savaşlar bitmedikçe de bu acılar yaşanmaya devam edecek. Bu şartlarla birlikte, savaş sonrası durumlar da her seferinde yeniden ortaya çıkacak. Tıpkı bizim kuşak gibi başka kuşaklar da yetişecek. Burada bir kopup bir başlayan çözüm süreçlerimizin gerçek anlamda barışa evirilmesi için neye ihtiyacımız olduğu da önemli. Bence savaşın insani yönünü hatırlamaya ihtiyacımız var. Günümüzde sanki bunu yitirmiş gibiyiz. Hem birbirimizin acısına bakmamız, hem de kendimizle yüzleşmemiz gerek. Aslında biz bunun tam zamanı olduğuna inanıyoruz ve oyunla buna katkıda bulunmaya çalışıyoruz”

 

“HAYATLARIMIZDA 1974 ÖNCESİ VE SONRASI VAR”

Aliye oyunda “gerçek yüzleşme aynı zamanda güçlenen kimliğin habercisidir” diyor. Kıbrıs Türk toplumu da zaman zaman güçsüzlük ve kimliksizlikle itham ediliyor. İnsan bu noktada ikisi arasında bir ilişki mi var diye düşünmeden edemiyor. Aliye bu noktada imdadıma yetişiyor, düşüncelerime açıklık getiriyor.
“Coğrafi ve zaman bakımından parçalanmış zamanların insanlarıyız. Hayatlarımızda 1974 öncesi ve sonrası diye bir ayrım var. Çocukluğumu sanki 1974 öncesi hiç yokmuş gibi yaşadım. Ancak yaşım ilerledikçe, kendim sorguladıkça bazı şeylerin farkına vardım. Bugün kimliğimizi oluşturan pek çok öğe o zamanlardan getirdiğimiz travmalardan oluşuyor. Biz bunu inkâr etmeye, yanılsamalarla sürdürmeye devam ettikçe bir şeyler eksik kalıyor. O eksikler de kimliğimiz bakımından bazı çarpıklıkları beraberinde getiriyor. Dolayısıyla geçmişe dönüp bakmanın, hesaplaşmanın ya da yüzleşmenin travmaları atlatmak açısından iyileştirici yanı olduğuna inanıyorum. Bu da tabii ki bir olgunlaşma ve güçlenen bir kimlik getirecektir beraberinde. Üstelik de barışın değerini daha iyi bilen bir kimlik.”

Oyunda “Hamlet”ten alıntılar var. Yaşanan bir Kayıp’ın hikayesine bir anda “Hamlet” de dahil oluyor. Aslında Hamlet aniden bizden birine dönüşüyor. Aliye düşünceme gülüyor. Meğer onun Hamlet’le zaten uzun geçmişe dayanan özel bir ilişkisi var.
“Hamlet beni hayatım boyunca zaten hiç bırakmadı. Benim için yazma serüveni, hayatı anlama çabası. Pek çok insan da belki kendi alanı için bunu hissediyordur. Öğrencilik yıllarımdan bu yana tüm bu süreçlerde Hamlet benim için çok önemli bir figürdü. Shakespeare’in çok evrensel bir eseri olmakla birlikte, benim de içinde kendimi ve Kıbrıslıları gördüğüm bir eser. Hamlet, eyleme geçemeyen, arada kalan, bu sebeple belirsizlik içinde yaşayan bize çok yakın bir kahraman. Feodalite ve Rönesans arasında kalan, babasının intikamını almaya çalışan ama alamayan bir figür. Benim başroldeki karakterim de benzer arada kalmışlıklar yaşıyor. Artık ancak belleği kazıyarak ulaşabildiğimiz bir geçmiş ve bir o kadar belirsiz bir gelecek arasında kalan birisi. Umutsuz bir karakter. Oyuna eklediğim ve aslında eksen aldığım “Mezarcılar” sahnesiyle genç adam, ailesi ve yaşam arasında somut bir bağ kurabildim. Hem de Hamlet’le benim bu oyunu yazma sebeplerimin daha iyi anlaşılabileceğini düşündüm. Böylece yaşam, ölüm, insan, umut ve umutsuzluk bunun yanında savaş ve barış üzerine felsefi bir sorgulama alanı yaratabildim”

 

ERDOĞAN KAVAZ

Erdoğan ilk olarak hikayeyi eline aldığı anı ve ne kadar çok etkilendiğini bizimle paylaşıyor.
“Hikayeyi ilk okuduğumda çok heyecanlandım. Hem çok bizden, hem de çok evrensel buldum. Oyundaki genç adam kadar duyarsız olmasam da ben de benzer bir çizgideydim. Savaş sırasında yaşanan olaylar bana söylenmemiş ve anlatılmamıştı. Oysa o ana kadar savaşa dair hep düz, tarihi bilgiler almıştım. Olayların insani boyutundan çok kopuktum. Aliye’nin bu hikayeyi çok estetik biçimde yakaladığını düşünüyorum ve oyunun parçası olmaktan çok mutluyum.”

Oyundaki “kimi nesillerin geleceğe doğru atmaya yeltendiği adımlar da kocaman bir toprak toprağına dönüşmüş olan geçmiş, altında kalabiliyor” ifadesi çok etkileyici. Erdoğan da bu topraklarda bunu fazlasıyla hisseden gençlerden sadece bir tanesi…
“Geçmişimizin başı neydi, sonu ne olacak, şu anı nedir belli olmadığı için geleceğe de fazla ışık tutamadığımızı düşünüyorum. Geleceğe adım atabilmek için geçmişle el sıkışmak gerekiyor. Bu kişisel olarak da böyledir, toplumsal olarak da. Ben şayet geçmişimle barışmış biri değilsem ve sürekli bir şeyleri, öteliyor ve saklıyorsam bu, hem şu anı mahvettiğim hem de geleceği mahvedeceğim anlamına gelir. Oysa olayları yok saymak aslında bir anlamda özden kopmak demektir, tarihsel döngü ne olursa olsun başlangıç noktasını bilmek gerekir.”

 

“MESELE NAPAN, NAPAYIM, NAPACAN” MESELESİ”

“Toprağın altında olduğu kadar üstünde de kayıp bir nesil var” diyor Aliye. Toplumun genelinde hissedilen ve oyunda da vurgulanmak istenen bu “kayıp” olma halini Erdoğan’a soruyorum. O anlattıkça anlıyorum ki nesiller değişiyor, hisler hep aynı kalıyor.
“Elbette toprağın üzerinde de kayıp bir nesil var. Arkadaşlarım arasında hep şöyle konuşmalar geçiyor “okuyacağız tamam da ne olacak”, “e şunu yapacağız da ne olacak, e bunu yapacağız da ne olacak”… Sürekli bir ne olacak durumumuz var. Ama o “ne olacak?” sorusunu da gerçek anlamda soramıyoruz. Mesele tam oyundaki gibi “napan, napayım, napacan” meselesi. Sanki tıkanmış gibiyiz. Okusak da, herhangi bir meslekte çok iyi olsak da kendimize “Kıbrıs’a gelsek ne olacak” diye soruyoruz. Dilimize yapışan “napacayık” sorusu gerçek bir arayış değil,  aslında gerçek bir ümitsizlik. Tam bir ümitsizliktir. Belki esas olan ülkede emek sarf edip elimizi taşın altına koyarak bu soruya cevap aramamız.
Kimliksizlikten şikayeti olan varsa önce kimliğine sahip çıkmalı. Doğduğu yere, bu coğrafyaya, hiçbir sınır çizmeden, olduğu gibi sahip çıkmalı. Tüm bunlar “napacayık” sorusuna da cevap olabilir.

 

Fotoğraflar: Murat Obenler

Dergiler Haberleri