bir KEHANETİN geç kalmış KURBANLARI…

bir KEHANETİN geç kalmış KURBANLARI…

 

        Gülfidan Erhürman
        gul_fidan_2@hotmail.com

Lafa bak! Yahu biz böyle bir laftan korkacak insanlar mıyız, ne kıyametler gördük biz! Biz öyle bir halkız ki devamlı ağlanacak hâlimize güleriz; bizi kim korkutabilir ki böyle hurafelerle? Ne kıyameti yahu? Biri böyle bir laf ettiği anda ona hayatı dar ederiz. İşimiz gücümüz bu bizim. Dünyayla ilişiğimiz olmadığından, söylenen her şey beynimize, elimize, ayağımıza değil, hep dilimize vurur. Kaç senenin kurrası, kaç savaş görmüş kahramanlarız biz. Mayaların bundan haberi yok… Kim korkutabilir ki bizi? Biz savaş kahramanlarıyız oğlum. Gerçi çoğumuz sahte kahramanızdır ama o da sahici kahramanlarla işimiz olmadığındandır; sahteler daha çok işimize gelir yani… Bu yüzden onları baş yaparız, onların da analarından bile ödleri kopar ama o da başka! Vatan, millet, Sakarya derler ya bize yeter… Hemen de bayrağa sarılırlar her zor durumda. Hoşumuza gider çünkü biz Türk’üz doğruyuz ve çalışkanız, daha ne!?
Aslında meraktayım. Bu kıyamet lafında da birileri bayrağa sarıldı mı acaba? Çünkü kıyamet kadar usulsüzlükten hep böyle bayrağa sarılarak kurtarıyorlar paçayı. Neyin savaşı olursa olsun, topu analarına atıp ortadan kaybolurlar sonra da ortalık durulunca tekrar kahraman kesilirler başımıza. Bıyığı şarapnel parçasıyla kopan malul gazilerdirler bunlar. Her zaman başımızın üstünde yerleri var. Hazır bu kıyamet lafı dolaşıyorken ortada, “başımız mı kopsun” desem! Ne desem!? Çünkü  başımıza gelmelerinin sebebi de biziz bazılarımız kabul etmese de…
Ama ah bu Mayalar! Bunlar bizim iktidardakilerden de yalancı çıktılar. Dünyayı kandırdılar yahu! Bizimkiler de kandırdılar da... Yüzde bilmem kaç kişi var onlara oy verip de madara olan; ki oyları alanlar da minareyi kılıfına uydurmuşlardı hani! Kim ne isterse iki misli vaat ettiler. Neticede ceplerindeki çare ekonomiye bağlandı. Balon uçtu, öyle başıboş havada dolaştığından da biz refaha ulaşamadık… Bu Mayalara inanmamak lazımdı ama çünkü duyduğuma göre güya bunların bir gözleri başka, diğeri başkaymış. Sana hangi gözle baktığı bu durumda önemli bence. Bakışları da, kehanetleri de ikircikli olur. İlginç olan, bunlar nasıl kendilerinin hâline bakmadan, sanki bizi görmüşler, tanıyorlarmış gibi oturup kehanete yazmışlar bizi… Sinir olurum böyle tepeden gelme, kafadan atma şeylere… Hani durmadan dayatılan o paketler gibi bu da! Ama en azından bunlar kestirmeden söyledi: “Kıyamet”. Kısaca temize havale…
Netice çıkmadı ama bizimkilere benzediler; hani ortaya bir laf atar ve ertesi gün tersini yaparlar aynen… Aha kehanetleri yalan çıktı, yüz yıllık itibarları da iki paralık oldu. Bir laf attılar ortaya, nereye çeksen oraya uyuyor. “Kıyamet”. Bak bak, lafa bak. Aynen bukalemun. Dedem geldi aklıma şimdi. Bukalemun demeyi bilmezdi, hamolyo mu derdi, ne derdi unuttum. Bizim öteki dili bilen, ne söylendiğini bilir. Ne zaman bunlardan bir tane yakalasa, sigarayı yakar, ağzına koyardı. O da, ne yaptığını bilmeden içe dışa nefes aldığından, içer gibi ağzından duman savurur, dedem kahkahalarla gülerdi. Yani nefes alıp vermek zorunda ya, içer görünürdü dostlar alış verişte misali… Ne ağzına sigarayı koyanın farkına varırdı, ne zehirlendiğinin, ne de zehirlediğinin… Bu nereden aklıma geldi, dedem de niye bunu yapardı bilmem. Mizah anlayışına hayran olduğum söylenemez! Çocuk olmama rağmen gülmezdim. Beni güldürecek bir şey yaptığını da hatırlamam zaten… Hep başka şeylere gülerdik nedense. Saçlarımı taramasam kızardı; tarasam, tertiplenmeye çalışsam, bu sefer sevgili ararım der yine kızardı. Beni dövmek için hep bir sebebi vardı yani… (Bu paragrafın altına üzüntü suratı koydum.)
Neyse, fark ettim ki şu Mayalarla bir maya benzerliğimiz var. Biz de onlar gibi ha var ha yokuz. Ama bizim iki gözümüz de aynı renk. Yine de bir gün başka gözle baktığımıza, ertesi gün başka gözle bakıyoruz biz de. Belki de bize kehanet yazmalarının sebebi bu benzerliğimiz. Sanki ta o zamandan bunu görmüşler. Medyum muydular neydiler! Halkı canından bezdirene, yerlerde süründürene, çöpte bırakana, kanunsuz işimizi yaptığından ya da zehir zıkkım bir kahve içtiğinden bizle… Hep kurtlu kısmının bize yedirildiğine bakmadan “yarım elma gönül alma” diyoruz ve ardından da “iyi adam”dır diyoruz. Pisliğe bulandıkça da bizi paklamaya çalışana öfkeleniyoruz onun yerine. İnsanlar iki gözünü de iyi açmazsa başı dara girince maalesef tuttuğunu… Kısacası kör oluyorlar.
Yani şu boğalara benziyoruz arenada. Onlara da renk körü diyorlar ya! Ama bir kırmızı kumaş koymuşlar güreşlere, hani izleyene renk olsun, heyecanlandırsın diye… Düşünün, bir arenada boğasınız, matador da sizden. O yüreğimizi onun için yiyip bitirdiğimiz, baş dediğimiz adam. En “iyi”lerden yani… Eline kılıcı, bıçağı vermişler, bir de kırmızı kumaş, onlar “ole” dedikçe size sinsice zam kılıcını batırıyor, aman demeye varmıyor, diğer elindeki bıçakla da hayatınızın orasını burasını kesiyor… Yetmiyor, yandan hayat pahalılığını salıyor üstünüze; olmadı korkuyu… “Aman” diyorsunuz, “ay kapının ardında” diyor… Ödendiğiniz anda da her şeyi unutuyorsunuz, o yine “iyi adam” oluyor. E kötü kim peki? Sizsiniz tabii… İyiyi, kötüyü ayırt edemediğinizden… 
Off… Of. Kıyamet kadar şeyle zaten cebelleşiyorduk, bir de bu çıktı başımıza! Kimsenin de elini uzattığı yok.  Öldük öldük dirildik son tarihin sabahına kadar. Face'ten bile haber bekledik. Sanal ya! Havadan belki iletir dedik durumu… Gece yarısı hava iki çaktı, pat durdu. Hade oğlum! Hurmadan inen Arap misali, hükümetten beter yani. Kıyamet vaat edildi ya, bekledik o da yok! Tam o saat haber yayıldı. Ekonomi umreye gitti dediler, şimşek gibi çaktık olayı: “İşimiz Allaha kaldı”. Yani gülerim de vallahi hâlimize. Ama gülme suratı beklemeyin! Zaten bu buruk bir gülümseme. Hani şarkısı da var: “Buruk acı”. Aynen onun gibi… Bir arkadaşım var, kötü kocaya vardı. Hep bunu söyler ama sadece söyler! Bir türlü da kendini kurtarmaya çalışmadı kırk senedir…
Neyse konuyu dağıtmayalım… Kısacası bütün gece korkutmaya çalışan, esip çakan, bol şeyden konuşan, Rum dediğinden "bordo" politikacılara benzedi hava da… Arkadaşlarla Mayaları konuştuk. Geçmişlerini, tarihlerini falan! Başka neyi konuşalım? Gelecek/leri yoktu ki fukaraların… Kısacası, ekonomi gibi sanal havada, tüm gece uçtuk durduk… Aklımızda da kıyamet kadar vaat. Ansızın, kısa bir gürlemeyle, aklıma, çok geçmişte kalan, bize fıkra diye anlatılan o Rum politikacı düştü nedense… Hani  “Sizin derdiniz benim derdim” deyince “bravo” diyormuş halk. “Sizin çocuklarınız benim de çocuklarım”! Ve tutamamış kendini, o hızla, “sizin karılarınız benim karım, benimkisi gene benim karım” demiş… Halk hâlâ alkışta! Niye bu aklıma geldi bilmem. Bunu duyduğum günden, bu “ben” diyen, “benim” diyen siyasetçilerden de, insanlardan da hiç hoşlanmamışımdır… Maazallah politikacıyı erkekler ciddiye alsa kıyım olacak orada! Kıbrıslıların bazıları, vurana, kırana hâlâ “balligari” ya da “erkek” diyorlar, “adam” olamadıklarından. Ve hâlâ aşka geldiklerinde, kadınlarda deniyorlar güçlerini. Hasss… diyeceğim, diyemedim. Lafın bir başka hatırası var bende. Arif olan anladı zaten ne demek istediğimi.
Kafam bozuldu bunları hatırladıkça… Hâlimize bakın yahu! Ne yapacağımızı şaşırdık. Kıyamet deniyor ve kaptanın şapkası malum! Su alacağımız kesin ama bir gemimiz bile yok… Zaten iki paralık yağmurdan batıyor, çıkamıyoruz. Başkanın şapkası dedim de aklıma geldi. Ben bu başkanlık sistemine çok sıcak bakıyordum. “Olsun da bizi bu hâle koyana saldırsak, onu benzetsek” diyordum. Ama bir baktım, öyle değilmiş! Bizim komşuda başkanlık sistemi var ve Avrupa Birliği’nde olmalarına rağmen onlar da batmış. Gerçi analarının yüzünden olmuş diyorlar onlar da… Ama başkanlık sistemi nasıl engellememiş bunu hayret yani! Demek o sistem de boş. Tek fark şu ki biz ağlayan başkan görmedik. Bizdekiler hep şükran! Başkanlık sistemine geçersek başkan ağlayabilir ama baktım sadece ağlıyor… E, çare bulamadıktan sonra kabak bağlasın, bana ne… 
Neticede ben, sabaha yakın, kafam kazan, o kıyamet gibi heyecandan bitkin, uyuyakaldım tabii… Ve ansızın bir hevesle uyandım sersem sepet. Tarih tamam. Kesin kıyamet kopmuştur ve cennetteyim diye düşünüyorum… Yatırımım eksiksiz. Sosyal sigortayı yatırır gibi, hiç şaşmamışım bunca sene. Eziyeti bir tamam çekmişim, malıma karşılık haram diye mal almamışım, hep kendimden başkasına yanmışım. İhanet bilmemiş, döndürek olmamışım, mührü bile çıkarıma vurmamışım yani. Birinin eline eteğine yüz sürdüğüm, ayaklarını yıkayıp suyunu içtiğim, hele bükemediğim eli öptüğüm hiç olmamış. Kısacası aptal yani! Bizde buna burun kıvırıp “cennetlik” derler. Bu dünyada rağbette değilim sonuçta… Ne havuzlu villa, ne suyu bol bir kuyu, ne de iki üç ağaca ada almışım… Bu memlekette iyilik denince, ya denize ya o tarafa yatırım zaten! Bizim mirası da komşu kapmış; kısaca dünyada beytambal durumdayım… Her şeyin başı para ve sosyal sigorta kefene ya yeter ya yetmez… Bir de kalkmış bu yüz beş metre kare evde bunlar yetmezmiş gibi muhalif da olmuşuz üstelik…
Ama şimdi kıyamet zamanı ya, ellerimi ovuşturuyorum keyifle, iyi ki iyilik biriktirmişim diye… Aslında kapılar açıldığında da böyle ümitlenmiştim. Bir o yana, bir bu yana uçtum güvercin misali. Hevesle! Sanki aşktan sarhoş olmuştum. Ayılınca bir baktım, o kadarmış meğer… Yahu herkes vuslat peşinde. Vermekte fukaraysan, zengin kaçar, ne var ki onu etkileyecek sende… Ne saza geliyorsun, ne söze! Bir de pozisyon durumu var. Eşitlik dediğin an çakıl taşına döner ya da karşıdan kapı gibi bir “hayır”. O da hırlı değil işte. Alt tarafı Kıbrıslı bir hava tutturuldu, kimse bırakmak istemiyor.
Neyse, kıyametin devrisi gününe dönelim, konuyu dağıtmayalım… Ben sabah uyandım iyilikler cepte (birilerinden huy kaptım anlayacağınız) ama ben kendimden eminim. Gece bitti, tarih doldu, kıyamet oldu, kesin cennetteyim… Bir heyecan bende. Tabii ilk iş huri arandım. Erkeklere 40 tane diye duymuştum, birkaç tane muhakkak bize ayrılmıştır diye düşündüm… Doğruya, az da olsa bir hakkımız var. İstatistiğe göre, Meclis’te yüzde bilmem kaçtık. Banko ellide dört hakkım var diye düşünüyorum. Bir taraftan da, “cennet burası, ölünce eşitlik olur” diye hınzır bir düşünce aklımdan gitmiyor… Ama inanmadığımdan, hâlâ çarpıp bölüyorum. Ellide dört olsa kırkta kaç olur falan! Kahretsin, matematiğim iyi değildi, burada da aynı… Hep o oyun geliyor aklıma. “Yarısını da denize at, benden aldığını bana geri ver, sonunda hiç kalıyor”. Yine “ellide dört olunca” diyorum, içinden çıkamayıp vazgeçiyorum. İnşallah burada da eşitlik diye yollara düşmeyiz diye de beni bir kuruntu sarmıyor değil…! Ama hep eşitlik diye bir umut taşıdığımdan da mühimsemedim…
Dünyada başıma ne geldiyse hep o eşitlik ve umut yüzünden de sıra bende şimdi… Dün akşamdan kendimi hazırlamışım. Herkes ölüm korkusundayken, ben hayal peşinde. Dünyada en çok gaileyi biz çekmişiz yahu biraz da başkaları çeksin. Onlar da yazsınlar, çizsinler, hatta gaile diye bir dergi çıkarsınlar, gezip tozmasınlar, oturup dört duvar arasında kafa patlatsınlar biraz. Memleketin hâlini umursamamışlar hiç, bari şimdi burada nasıl hesap vereceklerini yazsınlar. Allah razı olsun şu Mayalardan, sabah sabah neşelendim işte bu aklıma gelince. Kaybettiğim eşeğimi bulmuş gibi oldum ve gülümsedim…
Bana hizmetçi olacak birkaç politikacıyı da aklımın köşesine kaydetmişim. Hatırladıkça onlara ne işler yaptıracağımı, içim içime sığmadı, dişlerim gıcırdadı zevkimden. Annem geldi aklıma. Çocukluğumda olmayacak bir kabahat yaptığımda, “sıçtığım bok” derdi, “bana bunları mı yapacak?” Şimdi düşünüyorum da doğru. Kim yaratıyor bunları verdiği oylarla? Analarından milletvekili, bakan mı doğdular, yoksa başbakan, cumhurbaşkanı mı? Kim bunların müsebbibi? Neyse, zevkimi bulandırmayım diyorum da, onca seneyi kaybetmişim ya boşuna, sindiremiyorum bir türlü. Dilleniyorum. Ah bu benim içimden çıkan elim, ah geri çekmeyen dirseğim, ah diyetimi ödeseydim de keşke, hikâyedeki gibi kolumu kesip hep bana demeseydim! O zaman gelir miydi bunlar başıma? (Burada görmeseniz de o ağlayan surat ifadesi var). Ansızın bunları hatırlayınca, burada da bu akılla gidersek kıyametten kurtulamayacağız diye aldı beni bir korku. Bak ne takıldı aklıma gene!
Keyfimi bozmada üstüme yok. Arkadaşım dalga geçer benle zaten: “Sen sakın aşık olma, aşkı da bozarsın bu akılla”. Bir de beni kendine aşık eden teller takınsınmış der… Yahu memleket telden geçilmiyor, bu mu sebebi? Acaba biz mi fenayız? Bir de, “aman ben olmayım da kim olursa olsun” diyor. Çekilmezmişim… Gemisini kurtardığından mutlu. Heteroseksüel ya, ötekileri düşünen mi var zaten! Kendine entel aydın diyenler bile LGBT denince zınk diye duruyor nedense; ağızlarını bıçak açmıyor. Kısaca, arkadaşın da olayı bu: “Ben yanmayım da kim isterse yansın.” Öyle bir çocuğun olsun da yine konuşalım bakalım ne hissediyorsun” diyesim geliyor… Neyse, ben bunları çok düşündüm, düşünmeyenler de bir iyice düşünsün.
Kıyamet olmuş ve ben cennetteyim ya artık geçmişe mazi, yenmişe kuzu… Mangal başında fukaranın gözünün yağını yiyerek keyifle damlayan o ömürlere de “merhaba” çekiyorum kendimce. Cezalarını bulacaklar diye de keyifleniyorum. Sadede gelelim… Cennette ben de kebap yapacağım. Oy da vermem. Yürüyüşlere de başkası katılsın. Zaten son zamanlarda katıldıklarım da mehteran gibi bir ileri, bir geri, arada beni eziyorlardı boşuna… Oh be, devrim de yok artık! Davul kimin boynunda, tokmak kimin elinde isterse olsun. Kıyamet olmuş ve ben cennetteyim yahu, bana ne… Vur patlasın, çal oynasın. Nereden geldimse geldim. Artık çingeneyim, oynayacağım… Kaptırdım ya kendimi, için için gülüyorum sevinçle. Her gün bir partide, bir eğlencede, masalar kurup, içip çakacağım… Cennetin de bir Dereboyu var nasılsa! E olsun artık. Gelsin Sıla 4 çalsın, “ekşi eksin gül bitsin”... Gülümsedim buracıkta, ağzım kulaklarımda (işaret beklemeyin). Biri otursun, aşkın romanını yazsın, resmini çizsin, şiirini yazsın… Ne o yozlaşma ya da savaşta kaybetmişlerin ağıtı? Aşka gelsin insanlar, aşka… Biri gitsin, köyümün aynısını çeksin, assın başucuma. Biri gelsin, uyuza dönmüşsem heyecanımı artırsın, versin coşkuyu cennetin hisarında (tabii varsa!?) Yoksa bile versin. Bunlardan da vazgeçemem yani cennetteysem, tiryakilik bu… Ama Karpaz’dan Yeşilırmak’a değil, her yere uzansın. Karpaz Burnu’ndan başlasın, Lefke’ye, Limnidi’ye, sonra Trodos’u aşsın, Platres’ten geçsin, Leymosun’un vapur düdüğüyle Baf’a kadar uzansın... İnsanına yandığımın.
Derken, iyice uyanınca baktım, hiç öyle bir hava yok. Hükümetin gündem değiştirmek için çıkardığı hurafelere benzedi bu da. Sanki anlaşmışlar diyeceğim de, tarih eski ve belli ki çarptırmışlar yine, kandırıldık… Kıyametmiş! Bu adadaki kıyametten, kıyamet beni kurtarsın da hele o tarafta ölümlerden ölüm beğenin diyeceğim, ayıp olacak. Öfkelendim yine. Damarım tuttu. Bu memlekette kıyamet kadar kanunsuzluğun, usulsüzlüğün esamesi okunmuyor, kaidesi bile ısınmadan gündem değişiyor, çabucak da unutuluyor. “Aha kehanetiniz de gerçekleşmedi, bu kadar senelik itibarınız iki paralık oldu işte” diyeceğim, utanıyorum. Nesilleri kurumuş zavallıların…
Bugün kıyametin ertesi günü Cumar/tesi… Kısaca kapıyı çıktığım anda kıyamete düştüm. Ne huri kaldı, ne cennet. Sadece şeytanlık… Yollarda önünüzü kesen nezaketsiz sürücüler, kaşıkla verip kürekle alan iktidar, başkasının işini kapmak için alttan çalışanlar, kanunsuz kurultaylar, iktidarın koltuk savaşları, siyasetin o dayanılmaz ağırlığı aklıma şunu getirdi: Belki de Mayaların kıyamet dediği  bu ve biz yanlış anlamışız! Neyse ki her şeyin, aşkın, karamsarlığın, mutluluğun, mutsuzluğun, hatta kıyametin bile erte/si var ve bu da gülmesi, güldürmecesi, dil üstünden kaydırmacası. Mayaların yok ama! Çünkü tükenen bir toplumun erte/si olmaz! Sanki kehanetleri onları bulmuş gibi… Ama kitaplarına niye bizi yazmışlar? Bu da bizi düşündürmeli galiba… Neyse, biz şakacı ve güleç bir milletiz. Dedim ya, her şey dilimizde. Bu kehanet de bizi bayağı bir konuşturup, güldürdü. Allah onları da güldürsün diyeceğim de güldürmemiş… Tükenmişler… Umarım şimdi komşuya güldük diye başımıza da gelmez. Ağzımdan yel alsın. Bir de şu Mayaların kehaneti kıyamet bitti de acaba biz bu kıyametin neresinde kalmıştık? Bilen var mı?

Dergiler Haberleri