Öyle ya da böyle devrileceğiz toprağa, kaybolacağız zamanın içinde, ufalanacağız.
Sözlerimiz kalacak geride...
İzlerimiz kalacak ve yaşadıklarımız.
* * *
Hani dün 116’ıncı yaşında Nazım’ın yeniden anlattığı “Masalların Masalı” gibi...
“Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...”
* * *
“Gerektiği gibi konuşmak” halleri vardır.
Yaygındır!
İnandığını söylemiyor çok insan.
Hani “neyi duymak isterlerse” bu çıkıyor nice ağızdan...
Velhasıl kendi rolünü oynuyor yığınlar.
Yoksa hayat “barındırmıyor...”
Elbette bazıları abartıyor.
Keşke “iç sesi” yankılansa her insanın.
İşitsek o sesi.
Bir an sıyrılabilsek tüm içine sıkıştığımız kalıplardan, boynumuza kadar battığımız günlük çıkarlardan, sahte gülüşlerin girdabından kurtulabilsek...
* * *
Biliyorum, kopamadığımız statüler var.
Hani yitirirsek, sanki yer kayacak altımızdan sanrısıyla yaşıyoruz.
Öylece kalacağız, boşlukta, çıplak!
İşte o nedenle ne söylenmesi gerekiyorsa onu söylüyor, ne yapılması gerekirse öyle yapıyoruz.
Kendimize oynuyoruz!
İçimizde büyüyor yalancı bir dehliz, nefes nefese koşuyoruz
Sonu yok.
Hepimiz biliyoruz.
* * *
Hepsi kaybolacak...
Ne varsa...
Ne kadar varsak!
“Suda kaybolacak suretimiz...”
Ve “haysiyetle” şavkarmak da var bu yurdun düşlerinde...
“Yetti be” diyerek...
Çığlık çığlığa, bağırarak...
“Boğazımızı sıktınız, nefessiz kaldık, ne varsa aldınız hayatımızdan, bize benzeyen ne varsa... Bu sesler yabancı şimdi bize... Siz kimsiniz bilmem de... Biz, pek biz değiliz...”
“Kıbrıs” kimliğimde 14 Ocak yazar doğum tarihim, “KKTC”de 16!
Oysa bu coğrafya bir kez doğurdu bizi!