Ulus IRKAD
Teyzem Ayla Ayral iki kız ve iki oğlan annesiydi. 1959 yılında Temploslu Polis Ömer Ayral'la evlenmiş ve o yıl bir kız çocuğunu dünyaya getirmişti. Ne yazık ki doğuştan hasta olan çocuk daha bebekken hayata gözlerini kapamıştı. O Cennet Bebeğin arkasından bütün ailenin yaş döktüğünü hatırlıyorum. Sonra diğer çocuklar geldi. Çocuklar ve yaramazlıkları, dertler ve üzüntüler devam etti... Ve sonra da çarpışmalar başladı. 1964 Baf çarpışmaları sırasında evine sığınmıştık. Çok acı olaylar olmakta ve ta yanı başımızda bile düşen kurşun ve bombaları hatırlıyorum. Daha sonra bir telsiz teknisyeni olan kocasının evi bir Radyo evine dönüştürmesi ve 1965 yılında tüm Baf Bölgesi'ne evden yayına başlanması. Gazi Baf Radyosu böyle başlamıştı. Aradan geçen zamanda ah-vah ile Baf'ta çocuklar büyümüştü. Dertler kasavetler, ekonomik problemler ve 1974 yılına gelmiştik. Baf düştüğü zaman kocası ilk esir alınanlar arasındaydı. düşmeden önce eniştemin kendi elleriyle radyoyu elinde bir baltayla parçaladığını ve sanki de kendi çocuğunu öldürmüş gibi hüngür hüngür ağladığını hatırlıyorum. Oraya büyük bir emek vermişti. Savaş öncesinde de küçük kızı Ayşe'yi İstrconculos (Turunçlu) Köyü'ne göndermişti (Nenesi Dervişe ile Teyzesi Hatice teyzenin yanına gitmişlerdi) ama savaş da onları orada yakalamıştı. Ne yazık ki baba esir alınırken küçük kız da çok tehlikeli Mesarya köylerinden birinde esirdi. Savaş sırasında geçirdiği elemler, telaşlar ve 14 Ağustos günü Baf'ta da cinayetler yaşanırken geçirdiği korkuları unutamam. Nitekim o bölgedeki Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinden katliam haberleri gelince çok daha üzüntüsü ve telaşı artmıştı. Sonra Kuzey'e geliş. Küçük kızı dahil kocasının sağsalim kurtuluşları... 50 yıllık öykümüzde çocukların evlenmeleri, mutsuzluklar ve de dertler kasavetler... Geçen gün onlar da sona erdi. Teyzemi sonsuzluğa, kocasının, Ömer Enişte'nin yanına uğurladık. Hep aydınlıklarda kal teyze...
BASINDAN GÜNCEL...
AGOS
Ermenistan’ın yardımı ve ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu...’
Ohannes Kılıçdağı
Elbistan ve Pazarcık merkezli fakat çok geniş bir coğrafya üzerinde on şehirde çok büyük yıkıma yol açan depremler sonrasında, dünyanın yaklaşık 80 ülkesi tarafından binlerce kişilik arama-kurtarma ekibi, sağlıkçı vs. Türkiye’ye akın etti, on binlerce ton yardım malzemesi, yüzlerce milyon dolar para gönderildi, gönderiliyor. Bunlar, geçen hafta da söylediğimiz gibi insanlığın yüzünü ağartan hareketler. Ermenistan da arama kurtarma ve ayni yardım gönderen ülkeler arasında. Şüphesiz, Ermenistan hükümeti yardım göndererek güzeli, doğruyu yaptı. Üstelik bu yardımın diğer ülkelerden farklı ve Ermenistan için aşılması zor başka bir psikolojik boyutu da var. Şöyle ki, Ermenistan daha iki buçuk sene evvel binlerce ölü vererek kaybettiği bir savaşta yenilmesinde büyük rolü olan bir ülkeye yardım yapıyor. Mağlubun, hırs, öfke ve intikam hissinin yarattığı psikolojik bariyeri aşarak galibe yardım eli uzatması zordur. Nitekim görünüşe göre Ermenistan’daki her Ermeni bu yardımları onaylamıyor. Paşinyan hükümetinin bunlara rağmen yardım göndermeyi tercih etmesi önemli bir jesttir.
Öte yandan, özellikle Azerbaycanlı orijinli kimi kişi ve gruplar, medya mecraları ortaya çıkan bu azıcık olumlu havayı, Ermeniler hakkında ortaya çıkan bir gıdım sempatiyi, olumlu imajı bozmak için gayret gösteriyorlar. Kendileri açısından bu anlaşılır, zira Türkiye’deki Ermeni nefreti azalırsa onların Türkiye’yi kendi politikalarının dümen suyunda tutmaları zorlaşır. (Konumuz o değil ama zaten takriben son 150 senedir Rumeli ve Kafkasya kökenli siyasetçiler, yazarçizer takımı Osmanlı-Türkiye siyasetini, var olan etno-dinsel ayrışmaları, sorunları radikalleştirmiş, keskinleştirmiş, nefreti büyütmüştür. Kafkasya söz konusu olduğunda bu tespit, bir genelleme olarak, oradan çıkan Ermeni siyasetçiler ve aydınlar için de geçerlidir.)
Benzer şekilde, bir amiral eskisi gibi kimileri de hemen ilk depremlerin ertesinde yalnız Ermenilerle ilgili olarak değil, ülkeye yardım amacıyla gelen, onun deyimiyle “tırnak içinde komşular”ın casusluk yapabileceği uyarısında bulunmuştu. Bu komşuların sıradan evlerin enkazları arasında hangi gizli bilgilere, belgelere ulaşacakları, normal zamanda turist olarak ulaşamayacakları hangi gizli yerlere ulaşacakları gibi sorular bir yana, bu kişinin buradaki asıl hedef Türkiye halkında komşu halklara karşı oluşan sempatinin, duygusal yakınlığın önünü kesmek, çünkü komşu halklara yönelik düşmanlık azalırsa bu zevatın ‘dükkân’ı çalışmaz, tezgâhı işlemez, mallarını satamaz, ‘aç kalırlar’. Onların varlığı, düşmanlık ortamının aynı şekilde devamına bağlı. Bu yüzden, düşmanlık ateşi geçer gibi olduğunda hemen körüklemeye başlıyorlar.
Bu dayanışma ortamında bile, yardıma gelen binlerce yabancıdan da utanmayarak, hâlâ “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyebilen de var. Onlarla sınırlı olmamakla birlikte, bunun başını çekenler de Azerbaycan kaynaklı irili ufaklı medya. Meksika’dan Tayvan’a kadar, birçok yerden insanlar yardıma geldiler. Tabii ki, Türklük için değil, yardıma ihtiyacı olan insanlara insanlık adına yardım etmeye geldiler. Onlar da, “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmaz, biz Türk değiliz, Türk olanlar yardıma gitsin” mi deselerdi? Hem, bu kadar ülkenin yardım etmesi, binlerce insanın kalkıp gelmesi dahi yetmiyorsa, ne olsaydı bu insanlar “Tamam, Türk’ün Türk’ten başka dostu da varmış” diyeceklerdi? Bunlar da değilse ‘Türk dostu’ olmanın manası, karşılığı nedir? Sanırım, ‘Türk dostu’ olabilmek için Türkiye’nin tüm siyasi tezlerini, hâkimiyet iddialarını her daim desteklemek gerekiyor. Ancak o zaman ‘Türk dostu’ olabiliyorsunuz.
Tüm bunlar bir yana, dünyanın geri kalanına, diğer insanlara ‘dost-düşman’ ikileminden bakmanın kendisi yanlış. Dünyayı, insanları sizin millî kimliğinize olan ‘dostluk’ları veya ‘düşmanlık’ları üzerinden değerlendirmek, çok komplike olan hayatı, insanlar arasındaki ilişkileri ve etkileşimi tek boyuta indirgemesinin yanı sıra, bütün dünyayı kendi millî kimliği etrafında dönüyormuş zanneden narsist-milliyetçi bir benmerkezcilik.
Sonuç olarak, Ermenistan’ın yardımı meselesine de toptan dostluk veya toptan düşmanlık gibi iki seçenekli bakmak doğru değil. Tabii ki, Ermenistan yardım gönderdi diye Ermenistan’daki her birey ‘Türk dostu’ olmadı; tıpkı, Ermenistan’dan yardım geldi diye Türkiye’deki her bireyin ‘Ermeni dostu’ olmadığı gibi. Hâlâ, Ermenistan’da Türkler hakkında iğrenç ırkçı sözler edenler olduğu gibi, Türkiye’de de ırkçı saiklerle “Alsınlar yardımlarını başlarına çalsınlar” diyenler var. Fakat önemli olan, böyle bir zamanda hangisini desteklemeyi tercih edeceğimiz; nefret körükleyenleri mi, yoksa kavgadan başka bir ilişki biçimi kurmanın da mümkün olduğunu gösteren iyi niyet adımlarını, bu dayanışma havasının bölge barışına katkıda bulunması için çalışanları mı? Ben ikinciden yanayım.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 24.2.2023)
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR FİLMLER...
“Selanik'te bir varmış bir yokmuş...”
Murat Türker
Adio kerida veya Adiós querida Ladino dilinde yazılmış, aşk ve ölüm hakkında geleneksel bir Sefarad şarkısı. Yahudi cemaatinin inandığı şehir efsanesine göre başlığı “Elveda sevdiceğim” anlamına gelen şarkı, Nazi temerküz kamplarına götürülmek üzere trene bindirilmeden hemen önce Yahudiler tarafından söylenen şarkı.
Bu sene 2-12 Mart tarihleri arasında tertip edilmiş 25. Selanik Uluslararası Belgesel Festivali, en başta Yahudiler olmak üzere milyonlarca insanın katledildiği, Holokost adıyla da bilinen Nazi soykırımına “Adio Kerida: Selanik’ten Auscwhitz’e - 80 yıl” adlı hususi bir bölüm ayırıyor. Yahudiler’le dolu ilk tren şehrin garından Almanya’ya gitmek üzere 1943 yılının Mart ayında hareket etmişti.
Festivalin bu jesti, bir zamanlar çok geniş ve aktif bir Yahudi cemaatine sahip olup neredeyse tümünü yitirmiş eski Osmanlı kenti Selanik’in, mevzuyla sinema üzerinden artık resmen yüzleşebildiğinin ispatı.
Ne de olsa Naziler’e karşı yeterince direnemeyenlerin, onlarla işbirliğine girmekten çekinmeyenlerin, Yahudiler’in zenginliklerinde gözü olup bunu fırsat bilenlerin en başta itiraf etmesi, özür dilemesi ve zararları bir şekilde tazmin etmesi yıllar boyunca beyhude beklenmiş.
2. Cihan Harbi sırasında yaşanan, tarihin en karanlık anlarından biri olarak hafızalara kazınmış ve insanlığın atlatmakta zorlandığı bir travma haline gelmiş mevzubahis soykırım festival programcılarının aslında yıllardan beri üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu. Ne yazık ki asıl mesele benzerlerinin tekrar yaşanmaması için onu sık sık hatırlamak ve hatırlatmak zorunda olduğumuzu hissetmemiz...
Filmlerden bir seçki
Birçok film teorisyeni tarafından en iyi belgesel sıfatıyla anılan ve Holokost dehşetinin en şoke edici kaydı sayılan Claude Lanzmann imzalı Shoah (1985) festivalin seçkisinde yer alan mühim eserlerden biri.
Akıllara durgunluk veren 566 dakikalık filmin kısaltılmamış orijinal versiyonunun Selanik’te seyirciyle buluşacak olması manidar. Lanzmann 11 yıl boyunca durmadan çalışmış, gardiyanlar, şahitler, Nazilik yapmış olanlarla röportajlar gerçekleştirmiş ve soykırımın tarihî, antropolojik ve kültürel tesirlerini keşfetmeye odaklanmış.
Gerçek bir sinema muvafakkiyeti payesini layıkıyla kazanmış Shoah belgeseli, Holokost’un hiçbir zaman tarihin tozlu sayfaları arasında kalıp unutulmamasını sağladığı gibi konuyu bilmeme veya inkâr etme mazeretinin arkasına gizlenmeye meyilli olanları da çaresiz bırakıyor.
Festival kapsamında hususi bir etkinlik, Selanik’in medarıiftiharı, tarihî Olympion sinemasında müziğin gücü ile sinema büyüsünün birleşmesini sağlayacak. 1920 yapımı The Golem Yahudiler’in bir süre sonra başına gelecekler hakkında alegorik bir eser olduğu gibi aynı zamanda antisemitizm hususunda çekilmiş ilk filmlerden biri. İlk dönem Alman ekspresyonizminin ender örneklerinden bu ikonik film Nosferatu ve Metropolis gibi şaheserlere giden yolu açmıştı.
Film bir Yahudi Ortaçağ efsanesinden ilhamla çekilmiş; tarihî değeri dışında bilim kurgu sineması kapsamında keşfedilecek bir mücevher sayılıyor. Sevilen besteci ve yönetmen Yannis Veslemes’in film için bestelediği müzik, filmin gösterimi sırasında sinema salonunda hazır bulunacak müzisyenler tarafından canlı olarak icra edilecek.
Tom Barkay imzalı 2021 yılı yapımı şoke edici Selanik’in Kahramanları (Heroes of Salonika) temerküz kamplarındaki gündelik yaşama odaklanıyor. Naziler’in elinden canlı kurtulmayı başarmış, çoğu İsrail’de yaşayan altı Selanik Yahudisi tüyler ürpertici detaylarla işkenceleri, yok etme metotlarını, hastalıkları, açlıktan ölümleri ve kendilerine tatbik edilmiş deneyleri aktarıyor. Naziler’in gaddarlığını ve bu evrensel suçun boyutlarını böylesine derinlemesine hissettiğimiz ender anlardan biri diyebiliriz film için.
Selanik’te doğmuş yönetmen Maurice Amaraggi karşımıza Selanik, sessizliğin şehri ( Salonique, ville du silence) adlı, 2006 senesi yapımı filmle çıkıyor.
Belgesel kentin çok kültürlü mazisine eğilirken bize “Balkanlar’ın Kudüs’ü” betimlemesini de hatırlatıyor ve Balkan Savaşlarından sonra baskın hale gelen, temelleri tek millet esasına oturtulmuş yeni kimliğiyle oluşan tezata dikkat çekiyor.
Soykırımdan kurtulabilmişlerin anlatımları, şehrin “modern” imajının görüntüleriyle harmanlanırken sinema seyircisi nostaljik yaklaşımın eşliğinde Selanik’in Yahudi cemaatinin trajik kaderi hakkındaki sessizliği bir kez daha bozma girişimine şahit oluyor.
2011 yapımı yürekler acısı Çocuklara Öpücükler (Kisses to the children) belgeselinde beş yaşlı Grek Yahudisi 2. Cihan Harbi sırasında işgal edilmiş Yunanistan’da tecrübe etmiş oldukları dehşetengiz hadiseleri aktarıyorlar. Vassilis Loules’in yönettiği filmde istikrahı birebir yaşamışların sözleriyle aslında tüm insanlığı alakadar etmesi beklenen korkunçluğa biz de sinema seyircisi sıfatıyla dahil oluyoruz.
Seyirci Kalmak ve Yanında Olmak (By-standing and Standing-by) adlı, Fofo Terzidou’nun 2012’de kotardığı filmde kalabalık ve zengin Selanik Yahudileri cemaatinin yanında daha az dikkat çekmiş, Osmanlı’da Selanik Sancağına bağlı kazalardan Katerin’in Yahudi ahalisine odaklanıyoruz.
Tarihçilerin analizleri, olayları yaşamış olanların anlatımları ve muhtelif ispatlar aracılığıyla tarihsel hafıza hakkında bir kez daha düşünme şansına sahip oluyoruz. Olabilecek en insanlık dışı suçlar hakkında bile önyargılar üretmeye ve sessiz kalmaya yarayan, tahrip edici basmakalıp inanışlara karşı daima mücadele etmemiz gerektiğini bu film de bize layıkıyla hatırlatıyor.
(BİANET – Murat TÜRKER – 25.2.2023)