Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com
Çok iddialı bir soru oldu, biliyorum. Ama sorudaki “bir”in “tek, biricik, yegâne” anlamına gelmediğini vurgulayarak ve aynı iddiayı sürdürerek cevap vereceğim: Elbette nasıl okuduğuna, ne umduğuna, kendinle ilişki biçimine, bazı bedelleri ödemeye hazır bulunuşluk durumuna ve en önemlisi bunu gerçekten isteyip istememene göre değişir. Kimileriniz de şu soruyu sorabilirsiniz, pekala: Böyle kitaplar var mı? Yani insanı baştan ayağa değiştirip dönüştürebilecek? Dünyayı tersine çevirebilecek? Ağrılarımı, sızılarımı, endişelerimi, korkularımı dindirebilecek? Elbette, var. Yoksa sınırlı ve çoğu zaman yetersiz düşünce kalıplarımız, bizleri boğup yok eden anlamsız ilişkiler ağımız içerisinden nasıl çıkıp başka zihinlere, başka dünyalara misafir olabilir, onları anlayabilirdik? Evle iş arasına dokunmuş yaşantımızın kısırlığını nasıl görebilir, bize habire bağırıp duran ruhumuzun sesine nasıl kulak verebilirdik? Başkasının acısına bakıp onu nasıl görebilirdik? Halen o mutsuz ve incinmiş ruhunun sesini duyamayanlar, kendi var oluşunun sırrına yönelemeyenler, yaşamının altında bir enkaz gibi inleyenler, bir acının dehşetini sezemeyenler henüz o kitap(lar)la karşılaşmamış olanlardır. O halde, mesela bu yazıda sözünü edeceğim “Dünyayı Tersine Çevirmek” kitabını da okumamışlardır, muhtemelen.
Yılmaz Akgünlü’nün yıllardır Gaile’de yayımlanan yazılarının –ki bunlara varoluşsal denemeler dememiz daha doğru olur- bir araya getirildiği kitabın anahtar sözcüğü “keşif”. Didaktiklikten uzak, oldukça akıcı bir üslupla kaleme alınan ve Gotama Buda’nın “Bakış açılarına ve algılara takılıp kalanlar, dünyayı, insanları inciterek gezerler” epigrafıyla açılan kitap, önyargı ve sosyal-kültürel kalıplardan arındırılmış insanın içinde bulunduğu mekân (her anlamda) ve doğa ekseninde yeniden konumlandırılışına odaklanan bir farkındalık öğretisine dönüşüyor ilerledikçe. Öyle ki, bir süre sonra kitabı okuyor mu, yoksa kendi kendinizle konuşuyor mu olduğunuzun ayırdına varamıyorsunuz. Tüm zihinsel ve duygusal melekelerinizle yeryüzündeki varlığınızı sorgulamaya, kendinizi fark etmeye girişiyorsunuz. Bir eylem olarak okumanın ötesine geçtiğinizi hissettiğiniz anda dönüşümün o son derece çetin, ızdıraplı, sert yüzleşmeleri öngören yollarında ilerlemeniz de kaçınılmaz oluyor. Çetin çünkü kıskıvrak bağlı bulunduğunuz, kendinizi gizlemek için iyice sarınıp örtündüğünüz alışkanlıklarınıza, korkularınıza saldırıyor önce. Ve elbette önyargılarınıza. Aşk, ölüm, tanrı da dahil buna. Sonuçta, insanı ve varoluşunuzun karanlık dehlizlerini keşfetmeye başlıyorsunuz. Buradaki en önemli nokta kabullenmek. Kendinizin bu kadar “…” olduğunu kabullenmek. Bu nokta noktaların içini kitabı okudukça pek çok kelimeyle dolduruyorsunuz. Ama Akgünlü sizi burada yalnız bırakmıyor. Nasıl kabullenip bu kabullenişi varoluşunuzun gerçekleşmesi için nasıl dönüştürebileceğinizin ipuçlarını da veriyor size.
Kitap, bölen, parçalayan, sömüren, asimile eden, çatıştıran, gürültülü kapitalist dünyaya yöneltilmiş sert bir eleştiri. Okurken bu sertliğin derecesini ölçebilmeniz zor. Ancak okuma eyleminizin ardından dönüp kendinize baktığınızda, sistemin tüm vücudunuza, iç organlarınıza kadar yayılmış tehlikeli bir virüs olduğunun ayırdına varıyorsunuz. Dayatılan yaşam biçimlerini, doğası gereği politik olmayan kültürün politikanın aracı haline getirilişini; özellikle Batı’nın kültürü din, milliyetçilik, seçkincilik, ulus-devlet, kaptalizm içindeki tehlikeli konumlandırışını, böylelikle hakikatin üstünün bir kat daha örtülüşünü; ben’in öteki’den kopuşunu, öteki’nin “tehlike ve kaygı”ya evriliş sürecini, “ben” diye benimsetilen şeyin gerçek ben olmadığını vs. görüyorsunuz. Kapitalist sistem içerisinde iktidar mekanizmalarının işleyiş biçimleri ve gerçek benliği boğup yok ediş süreçlerini, bu sistemin içinde “kendi olma” sanatının ne derece zahmetli bir mücadeleyi gerektirdiğini anlıyorsunuz. Tam bu noktada yedeğinize Terry Eagleton’ın Kültür Yorumları ile Foucault’nun Özne ve İktidar kitaplarını da alırsanız, eşsiz bir aydınlanma yaşamanız mümkün.
“Sahte benlik”, kitabın üzerinde en çok yoğunlaştığı konulardan biri. İlkel insanın tarım toplumuna geçişiyle birlikte başlayan hakimiyet, sahiplik ve iktidar çatışmalarının yüzyıllar süren evrimiyle birlikte yeniden ve yeniden tanımlanan insan, doğayı itaat altına alma çabasıyla birlikte doğayla bir aradalığını, doğanın ve “öteki”nin bir parçası oluşuyla ilgili hafızasını yitirdikçe, sistem ona yönetebileceği, kendi arzu ettiği kimlikleri yüklemiş ve böylece yaratılan sahte benlik algısıyla insanın hakikati tamamen gölgelenmiştir. Dünyanın tozuyla bütünlüğünü yitiren insan, kâinatta bir zerre oluşunun farkındalığını da yitirmiştir. Akgünlü ayrıntılı bir anlatının ardından bunu, oldukça sarsıcı bir söyleyişle özetler:
“Gördüğünüz her varlık, her insan, her ağaç, her çiçek, her bulut hatta her taş parçası karşısında sevinç duyduğumuz günleri hatırlıyor musunuz? O zamanlar kim olduğunuzu bilmeye çalışmazdınız, çünkü olduğunuz şey neyse oydunuz ve bunun dışına çıkıp işte ben buyum demezdiniz. Ve sonra (…) dediler ki, artık herkesle bütün olma, sen erkeksin kadınlarla bütün olma, kadınsın erkeklerle bütün olma, Türksün Rumlarla bütün olma, Müslümansın Hristiyanlarla bütün olma. Sen insansın taşla bütün olma, düşünüyorsun kuşlarla kedilerle bütün olma, canlısın ölülerle bütün olma. Sen bu dünyanın hâkimi yüce akıllı insansın, diğer aşağı varlıkları, bitkileri hayvanları ve maddeyi yönet. Onların üstündesin sakın onlara tâbi olma. Sen yüce ve her şeyden azade bir ruhsun, dünyanın tozuyla bütün olma. Var ol, yok olma, dediler.” (s.96)
İnsanın bu “sahte” var olma süreci, doğayla özdeşleştirilen kadının ve dişilliğin de itaat altına alınması sonucunu getiriyor. Ve elbette bu sonuç, Akgünlü’nün dikkatinden kaçmıyor. “Dişilik ve Kadın Olmak” başlıklı denemesinde, yaşadığımız erkek egemen toplum yapısını eleştirirken eril ve dişilin ne olduğu, ne olmadığı tartışmasını açıyor ve çarpıcı bir tespitle toplumlardaki “erkek sorunu”na dikkat çekiyor. Çok doğru olarak vurgulanan düşünce, dişilliğin salt kadına özgü olmadığıdır. Her varlığın dişil bir boyutu mevcuttur. İçine alan, kapsayan, rahim sahibi olan, rahmet eden, çoğaltan, doğuran, sezgilerini kullanabilen odur. Akgünlü, Taoculukla ilişkilendirerek dişil yapıyı şöyle anlatıyor: “Özellikle varlığımızın dişi boyutuyla olan temasımızı kaybetmiş durumdayız, çünkü dişi gizlidir, geride durur ve varlığını ön plana çıkarmaz. O, edilgenlikteki eylemdir. Her şeyi doğurur ve yönetir ama göze batmaz. Ondan yararlanabiliriz ama ona asla sahip olamayız. Taoculuk dişiliğin gücünü şöyle ifade ediyor: ‘Vadinin ruhu ölümsüzdür. İşte bu, benim Sırlı Dişi diye isimlendirdiğimdir. Sırlı Dişi’nin Kapısı Sema ve Arzın köküdür.’ (…) Taoculuktaki vadi sembolizmine göre, vadi çukurdur, her şeyi içine alır ve türlü yaşamın kaynağıdır. Vadi, tıpkı dişi cinselliği gibi, bir şeyi içine alarak kendisinin yapar. Dişi sabırlıdır, olayları zorlamaz. Her şeyi kabulenen güçtür, yavaşça ve sakince dolar, doldukça taşar ama dolması asla bitmez. (…) Her şeyin temelinde o bulunur, o kadar alttadır ki asla yok olmaz. Ölüm ona doğru akar, o yüzden dişi asla ölmez. İçimizdeki dişi, evrendeki dişidir, evrenin dışsal görünümlerini yaratır ama onlara kapılmaz.” (s. 45-46)
Dolayısıyla, Akgünlü’nün bir başka önerisi, dengeli bir kişilik için salt eril yapıya ve rasyonel akla saplanıp kalmadan, dişil alanı ıskalamadan yeni bir düzen ve bütünleşme içine girilmesi gerekliliğidir. Sistemin her alanına sızmış olan eril yapıyla yüzleşmek de sahte benlikle yüzleşmenin bir başka yönü.
Akgünlü, kapitalizmi her yönüyle eleştirmekten geri durmamış. Sistemin durmaksızın çalışmayı öngören üretim-tüketim anlayışı, maddi menfaatler ve statü arzusu, insanın en doğal hakkı olan tembellik hakkını elinden alıyor ve düşüncenin serpilip gelişeceği o kıymetli “aylak” vakitlere, yaratıya zaman ve fırsat bırakmıyor. Çalışkanlık ve tembellik ekseninde düşünürken “üretken tembelliğin felsefesi”yle tanıştırıyor sizi. Düşündürücü ve eğlenceli bir deneyim için, bu bölümü okurken “Marcel Duchamp ve İşin Reddi” kitabını da yedeğinize almanızı öneriyorum.
Güç sarhoşu insanın yeryüzündeki korkunç yıkımları da denemelerine konu oluyor yazarın. Çernobil, Fukuşima, orman katliamları vs. İnsan, doğada sebep olduğu bu felaketlerin kendi evinin, kendi ruhunun üzerine devrildiğinden bihaber yaşamakta olduğunu zanneden bir zavallı canlı. Toprağa, suya, ağaca ihanet kendi özüne ihanettir. Bu denemelerde yaşayacağınız aydınlanmanın sizi Ekolojik bir farkındalığa ve bu konuda yapılan çalışmalara yönlendirebilmesini diliyorum.
Evreni makro-kozmos, insanı mikro-kozmos olarak gören anlayışla hareket eder Akgünlü. Evrende olan biten her şey, insanda da olmaktadır. Bu nedenle yolculuklar çok önemlidir. Özellikle Hindistan’a yaptığı yolculuklar ve bu yolculuklarda kendini keşfetme serüveni çokça etkileyici yazarın. “Bir insanı tanımak istiyorsanız, onunla yolculuğa çıkın” sözünün somutlanmış halini yansıtan kitap, hem bedensel hem de manevi anlamda bitmeyen bir yolculuğa davet ediyor okuru. Bir yerden bir başka yere, bir mekândan kendine, kendinden mekâna, kendinden ötekine… Sürekli bir akış ve oluşun içinde konumlandırıyor insanı. Yani insan, olup biten bir şey değil; sonsuz bir tekâmül halinde. Gezgin bir ruha sahip insan, yeryüzüyle bir vakitler kaybettiğimiz bütünlük algımızı yeniden oluşturabilir, diğer canlılarla birlikte doğanın bir uzvu olduğumuzu hatırlayabilir: “Dünya (ya da evren) bizim bedenimiz, evimizdir. Ancak biz gitmedikçe bu bedeni ya da evi tanıyamayız, O olamayız. İşte bir gezginin içindeki temel dürtü budur Her şey olmak.” (s.133)
Modern insanın doğayı yok etme ve kendine yabancılaşma pahasına kurduğu, parıldayan kristallerle çevrili kaotik yaşamına fırlatılmış oldukça büyük bir kaya parçası diyebiliriz bu kitap için. Cam kırıklarına ve can yakıcı yaralara aldırmadan, o açılan delikten dışarıya çıkabilirseniz, dünyanın sandığınız yer olmadığını fark edecek, kendinizi gerçekten görmeye yaklaşacaksınız.
*Yılmaz Akgünlü, Dünyayı Tersine Çevirmek –Varoluşsal Denemeler-, Dorlion Yayınları, Ankara, Eylül 2019, 252 sayfa.