Koral ÖZKORALTAY
(FEMA Aktivisti )
koraltaykoral@yahoo.com
Soğuk bir mart gecesi.. Sert rüzgârın yüzüme çarptığı, arada serpen yağmur damlalarının, hafif hafif yanaklarımı ıslattığı bir mart gecesi… Hiç huyum olmamasına rağmen sokaktayım. Huyum olmayan şey, sokakta olmak değil, soğukta gece yürüyüşüne çıkmak. Bu sokaklar bildiklerimden farklı, diye düşünüyorum. Soğuğa ve çiseleyen yağmura, hatta ürperten loş ıssızlığa rağmen, tüm caydırıcı etkenlere aldırmadan çıkıyorum dolaşmaya birkaç arkadaşla birlikte.
Aslında bu yürüyüş benim için büyük beklentilerle dolu. Günlerdir okuduğum belgelerdeki savaşın en acı saatlerinin yaşandığı sokakları geziyorum bu gece. Taşları tek tek sonradan suyun dibinden toplanıp tekrar inşa edilen Mostar Köprüsü’nü geçiyorum adım adım, yavaşça. Her taşına başka anlamlar yükleyerek, her adımda bir insan bedeninin buz gibi sulara düşerek gözden kaybolmasını hayalimde canlandırarak… Ürperiyorum, üşüyorum ve ağlıyorum. Yağmurun seyrek damlalarının ıslatmaya yetmeyeceği kadar ıslanmış yüzümü, montumun şapkasıyla kapatıp gözyaşlarımı saklayarak gezmeye devam ediyorum. Kurşun deliklerinin hâlâ durduğu binalara bakarken buruluyor yüreğim. Dudaklarımdaki kıpırtı tanıdık manzarayla karşılaşmanın acı gülümsemesi mi, bilemiyorum ama Lefkoşa’nın göbeğinde Ledra Palas’ın arka sokaklarındaki apartmanların kurşunlanmış görüntüleri geliyor aklıma. Maraş’ın delik deşik kurşunlarla süzgece dönen evleri beliriyor gözümün önünde. Savaşın izlerinin her yerde aynı soğuklukta olduğunu, o ürperten soğukluğun insanın ruhunu nasıl kapladığını, renklerin nasıl solduğunu görüyorum o gece yürürken. Hem gezdiğim yerdeki, hem de kendi memleketimdeki bitmeyen, bitirilmeyen savaşa takılı kalmanın isyanı kaplıyor içimi.
Avrupa’nın değişik bölgelerinden gelen tarihçilerle yaptığımız bu çalışmaların her biri, ilginç deneyimlerle hayatıma değer katan etkinlikler olmuştur. Ancak bu çalışmalarda savaşı ardında bırakıp yeniden toparlanma sürecine geçen birçok yeri görmüşken, biz neden onlardan biri olamıyoruz diye her seferinde bizi sorgulayarak dönüyorum evime.
Bosna-Hersek’teki Mostar Köprüsü, savaşta yıkıldığı halde UNESCO ve Dünya Bankası öncülüğünde tekrar inşa edilmiş ve Dünya Mirası Listesi’ne eklenmişti. Sokaklar toparlanıp temizlenmeye ve o bölgelerdeki insanlar savaşın izlerinden kurtulup mümkün olan en az izle bugüne devam etmeye çabalıyorken bizler Kıbrıs’ta kapatılmış, yağmalanıp yıkıntılar, yığınlar haline getirilmiş Maraş’ın kenarında yıllardır yaşamaya ve onun bu hurda halini normalleştirip hayatımızın bir parçası gibi kabullenerek onu yaşamlarımızın içine almaya devam ettik. Peki, Lefkoşa’nın en işlek caddelerinden birinin arka sokaklarındaki yüksek binalarında hâlâ daha duran kurşun izlerine ne demeli? Savaşı unutmama gailesinden midir, unutturmama gailesinden midir anlayamadığım bir sebepten ötürü, tamir edilmeden herkesin gözüne sokulmaya devam ediliyor bu yıkıntılar.
Kuzey İrlanda’dan Kıbrıs’a bir çalışma için gelen, tanıdıkça daha da saygı duyduğum değerli bir arkadaş, Kuzey İrlanda’daki barış sürecini anlatırken kadınların bu dönemde nasıl bir mücadele içine girerek barışın inşasında önemli yer aldıklarını özetleyen çok güzel bir belgesel izletmişti bize yakın zamanda. Kuzey İrlanda’da yaşayan toplumların (Protestan- Katolik) birbirlerine yıllarca yaşattıkları ayrımcı, şiddet içeren karışıklıkların nasıl acılara sebep olduğunu anlatan, çatışmalar nedeniyle yaşanan kayıpların ardından hâlâ gözyaşı dökenlerin gösterildiği bir belgeseldi. Şehirlerde oluşturulan kontrol noktalarında otobüslerin durdurulup tüm yolcuların indirildiği, saatlerce bekletilip sebep yokken bile engellenerek hayatlarının zora sokulduğu yılları gösteren sahneleri izledikçe gözümün önüne adamızdaki yakın geçmiş geliyor. Bunları anlatarak yaşadıkları hayatın kötü koşullarını göz önüne seren insanları izlerken kırk yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen yaşadığı göçü ve travmayı atlatamayıp hâlâ dün yaşamış gibi anlatan komşularım geliyor aklıma. Bu kadar benzerlik, bu kadar uzak coğrafyalarda… İnsanların acılarının, kayıplarının farkı yokmuş diye düşündürtüyor bir yerden sonra.
Ancak filmin devamında uzun görüşmeler ve uzlaşı denemelerinin yer aldığı umut ve mücadele azmi aşılayan sahneler ekrana gelmeye başlayınca, heyecanlanıyor insan oturduğu yerde bile. Elden geleni yapmakla değil, imkansızdan mucize yaratabilecek bir inat ve vazgeçmeme azmiyle mümkünü yaratıyor insan. Umudun beslenmesini vurgulayan çok güzel bir belgesel izleyip duygulandık o gece. Mezuniyet törenini kaçıran kızın gözyaşında boğulmayıp barış için sokaklarda bağırarak heyecandan ter dökmeyi tercih etmesi gibi, Mostar Köprüsü’nün taşlarının tek tek tekrar toplatılıp yeniden inşa edilmesi gibi, belki Maraş’ın sahillerinde Kıbrıslılar olarak bir yaz gecesi dondurma yiyerek kahkaha atacağız yakın bir gelecekte, diye düşünmek istiyor insan bu umutla.
Konu şudur ki, dünyanın birçok yerinde insanlar bu yıkıntıyı olduğu gibi kabul etmeyip, normalleştirmeyip çözüm yolları aramaya, savaşın izlerini silip yeni başlangıçlarla taze nefes almak için denemeye devam etmişler. En mükemmel çözümü bulamasalar bile, çözüm için, barış için hareketlenip toplumun her kesiminden bu çalışmaların içine dahil olma çabasına girişmişler.
Bizde acı olan taraf ise, yıllar önce yaşanmış acıları anlatmayan bir toplum olarak günümüze susarak gelindi. Kahraman diye etrafta dolaşanların anlattıklarına inanan yeni bir neslin büyümesine, susarak izin verildi. Kitaplara yazılanların doğruluğunu ya da yanlışlığını bilenler, bunu kendi içlerinde tartıp ölçtüler ama yüksek sesle söyleyip iç seslerini dışarıya duyurmadılar. Kurşun delikleri olmasın hayatımızda, deyip duvarları tamir etmek yerine o duvarların, savaşın nefretinden beslenen bir grup fırsatçının eline malzeme olarak bırakılmasına göz yumdular. Yeni hayatların savaş izlerinin içinde kurulmasına seyirci kaldılar. Onlar, sizler, bizler aslında özneler genişleyerek çoğalıyor yıllar geçtikçe. Bunu görüp, fark edip konuşmayanlar, bunu normalleştirip umursamayanlar, bu durumun içine doğup bundan farklısını bilmediği için normal sayanlar… İşte durum burada acil ve sıkıntılı bir hale dönüşüyor.
Dikenli telleri normal hayatımızın parçası kabul etmek, yoldan geçen asker konvoylarını trafiğin parçası saymak, askerî birliklerden oluşan köylerin önünden geçerken sivil hayatın parçasıymış gibi etrafı seyretmek, yerleşim bölgelerinin içindeki atış sahalarını, çocukların ölümüne sebep olan cephane kalıntılarını görmezden gelecek kadar insanlığımızı unutmak, askerin kontrolünde, kimlik göstererek denize girmeyi bir ayrıcalık sayarak övünmek, sanki normalmiş gibi turizm bölgesinin dibinde cephanelik kurmak ve patlayınca savaş başladı diye korkup sinir krizi geçiren insanların görüntülerini çekerek yayınlamak… Normalimiz bu! Askerlerle, cephaneler arasında, dikenli tellerin olduğu manzaralar içinde, her an savaş başlar tedirginliği içinde yaşamak…
Hayatı böyle kabullendiğimiz her gün, barış yolundan daha da uzaklaştık demektir. Kısır döngü içine sürüklenip iyileşmeyen yaraları durmadan kanatarak acıları tekrarlayacağımız bir döngü içine girdik demektir. Girilmesi yasak bölgeleri kabullenip fotoğraf çekmek yasak tabelasını çocuklarımıza gösterip öğretmeye devam ettiğimiz sürece, barışa yaklaşan adım atamıyoruz.
Dikenli telleri sokaklarımızın kenarından kaldırmayıp, yıkıntıların arasından büyüyen otları seyrediyorsak bugün, kırk yıl öncesinden ileriye bir adım dahi atmadan geldik demektir. Barış için gündemin canlı olduğu bu günlerde, savaş travmasıyla yeni nesli büyütenlerin artık bir adım geri çekilmesini bekliyor; barut kokularının yerine etrafın güzel çiçek kokularıyla, denizin, toprağın mis kokularıyla dolu olacağı adamızda, taze bir barışın inşa edilmesi için herkesin silkinip kendine gelmesi gerektiğini söylüyoruz. Yeni denemelerde taze bir umutla hep ileriye gitmek için atılacak güçlü adımların destekçisi olacağız.
Geçmişin acısını, gözyaşını silecek taze bir barış gelmesi umuduyla…