NACI BOSTANCI
“Ondan geriye kalan sadece bir mendil. Çocukları yıllardır o mendili koklayarak babaları için gözyaşı döküyorlar.”
Sözlerin sahibi bir anne. Oğlu doksanlı yıllarda “faili meçhul” olarak kaybolmuş. Geride hiçbir iz yok. Bir kemik, bir mezar, bir işaret. İnsanın insanı anlayabilmesi böyle bir şey. İki cümle ve yılların acısını, gözyaşını bu iki cümlenin içine gömen bir dilin kurduğu insani bağ. Anne ekliyor: “Biz barış istiyoruz, kimsenin artık kanı akmasın istiyoruz. Kimse hayatını kaybetmesin.” Şırnak'ta dinlediğimiz bu annenin ardından Van'da, oğlu konteyner kentte nöbet tutarken şehit edilen polisin babası konuşuyor: “Yer yakındı. Silah sesini duyunca fırladım. Geldiğimde oğlum kanlar içinde yerdeydi. Başında bir kadın ağlayarak ağıt yakıyordu: ‘Bu çocuktan ne istediniz, onu niçin vurdunuz?' Ağlayıp ağıt yakan kadın, bir süre önce oğlunu dağda kaybeden bir anneydi.” Baba da ekliyor: “Kimse artık ölmesin, bizim acımız son olsun.”
Çözüm komisyonu olarak Cizre, Şırnak, Hakkari ve Van'da yapmış olduğumuz görüşmelerde çok acıya, gözyaşına, geçmişin karanlığında yitmiş umutlara şahit olduk. İnsanlar artık bir nokta koymak, bir sınır çekmek, bütün bu acılardan gerekli derslerin ve aklın çıkartılarak kurulduğu bir gelecek istiyorlar. Temenniler siyasal duruşa, toplumsal konuma göre değişmiyor, fakat mesele “hangi yol, yöntem” konusuna geldiğinde telaffuzlar farklılaşıyor. Bu da olağan. Otuz yıllık bir geçmişin ağırlığı öyle bir hamlede ortadan kalkmıyor. Alışkanlıklar, belli düşünme biçimleri, refleksler, bunlara yaslanan yapılanmalar teşekkül etmiş. Otuz yılın karakteristiği üzerinde bina olan bir iktisadiyat da var. Yeni bir dünya kurmak demek, geçmişi tüm düşünce biçimleri, alışkanlıkları ve nihayet yapıları ile yıkmak demek. Bu ise herkese ödev yüklüyor. Kimi adımlar atılsa da ödevleri yerine getirme konusunda “sorunlar” olduğu düşünülüyor.
Durumu yine dinlediğimiz kişiler üzerinden özetlemek gerekirse: “Eskiden devletin baskısı vardı şimdi örgütün baskısı var.” deniliyor. Siyasal yapı ve anlayış olarak “kendinden farklı bir Kürt gerçeğine” kapalı olan örgüt, tüm Kürtler üzerinde kendini söz sahibi görüyor ve onları “doğru yola” getirmek için her türlü yol ve yöntemi uygulamayı olağan kabul ediyor. “Demokrasi ve özgürlük” dili de böylelikle, “Sen demokrat ol, ben sınırsız bir özgürlükle kendi egemenliğimi kurayım” şeklinde anlaşılıyor. Öte yandan “örgütün varlığını, gücünü ve egemen yaklaşımını elde tutalım” mantığı, devlete ve siyasete yönelik güvensizlikten de besleniyor. Sınıra çekilen duvar (sonradan durduruldu) yapılan kalekollar, bölgedeki askeri hareketlilik, bugün değilse bile “işlerin yolunda gitmeyeceği bir yarın için” tedbir alınması gereken tehlikeler olarak anlaşılıyor. Türkiye'nin demokratikleşmesi yolunda atılan adımlar örgütün çekirdeğinde sayılacak kişiler için “hiçbir şey yapılmıyor” şeklinde karşılanırken, daha esnek bir yerde duranlar “İnkâr etmeyelim, evet güzel işler yapılıyor, fakat yeterli değil.” diyorlar. Halk ise umutla, özellikle sürece ilişkin her açıklamayı, her işareti eli kalbinde bir şekilde takip ediyor. “Aman, diyor, ne olur, öncelikle kan akmasın. Böyle olursa zamanla her şey düzelir.”
Cizre, Şırnak, Hakkari kısmen de olsa küçük çaplı olayların şehir merkezlerinde devam ettiği iller. Diğer yerlere nispetle daha fazla hareketlilik var. Sebebi üzerine rivayet muhtelif: “En çok acıyı buraları çekti, o yüzden kolay durulamıyorlar. Sebep ekonomik. Bölgenin geçim ekonomisi kaçakçılığa dayanıyor, gelişmeler onu tehdit ettiği için. Örgüt halkı baskılamak için halen ayakta ve sahada olduğunu göstermek, hayaletini ortada dolaştırmak istiyor. Polis olayları durduracak değil aksine hızlandıracak uygulamalar içinde. Panzerler ortalıkta dolaşıyor, bir olay çıktığında kimse dışarı çıkamasın diye olayların olmadığı mahallelere de gaz atıyor. Vs.” Bir yetkili, üzerine sürekli molotof atılarak yakılmak istenen ve yaralar alan polisimiz yine de silahına davranmıyor. Oysa bu meşru müdafaa. Amaç sürece zarar vermemek. Bu kadar hassasız.” diyor. Dinlediğimiz bir başka kişi, “Çok kolay bastırılacak olaylarda bile polis sanki devletin gücü değil de bir taraf olmanın hıncıyla davranıyor. Çok öfkeliler.” şeklinde açıklamalar getiriyor.
Çözüm sürecinin yolunda ilerlemesi için talepler denildiğinde ise en başa anadil meselesi konuyor: Anadilde eğitim olmalı. Öcalan'ın tecridi kalkmalı, şartları iyileştirilmeli. Dağda olanlar için eve dönüş yolu açılmalı. Öte yandan ise, örgüt baskısı ortadan kalkmalı, herkes istediği siyasette yer alabilmeli. Olaylar durmalı. Çekilme tamamlanmalı.
Görüştüğümüz yerlerdeki kanaatimce temsil niteliği de olan iklimi şöyle toparlamak mümkün: Çözüm süreci yüksek destek görüyor. Ancak şimdiye kadar atılan adımlar daha çok “geçmişi hatırlatır bir tuhaflıkla” güvenlik eksenli değerlendiriliyor. Bunun özeti çatışmanın olmaması. Ötesindeki gelişmelerin ise hem derinlik kazanması hem de anlaşılması bir zaman işi. Kolay değil, otuz yıl mukabil bir yıla sığdırılamıyor. İşte bu zamanı kan dökülmeden geçirmek çok önemli, çok hayatî. Henüz geleneksel konumlar terk edilmediği için semboller savaşçı niteliğini sürdürüyor. Bölgedeki kimi barajların yapılmasından dahi tehdit algısı çıkabiliyor. Panzerlerin “herkesin güvenliği için var olduğu” algısının yerleşmesine daha vakit var. İşin sosyal psikolojiye dayanan ve gerilim kaynağı olan algıları ortadan kaldırmanın önemli bir yolu insanî temas. İnsanlar, ellerini sıktıkları kişilere güvenmek istiyorlar. Uzaktan baktıkları insanlardan ise emin olamıyorlar. Malum, selamlaşmak bile “benden emin olabilirsin” mesajı vermektir. Bunun başarılı örnekleri var. Devlet ve sivil toplum temsilcilerinin işbirliği, herkesin yararına olan konularda sonuçlar veriyor. Şırnak Valisi, böyle bir işbirliği ile olayların çapını azalttıklarını söylüyor. Hakkari valisinin şehirde serbestçe dolaşması gerilimi düşüren sembolik bir işlevi yerine getiriyor. Yakınlaşmayı sağlıyor.
Çözüm zor mu? Hayır. İnsanî temas, geçmişin alışkanlıklarını rehabilite edici bir yaklaşım, güven sağlayıcı bir üslup, çözüme yönelik dil, savaşçı sembollerin yeni bir gözle görülmesini sağlayacak sosyal psikolojik ortam. Aklın bir sınırı var ama akılsızlığın yok. Aklın sınırlarını dikkate alan bir sabır ve tahammül, sınırsız akılsızlığa teslim olmayacak bir sağduyu. Kanaatim, zorlukları aşacak imkânlara ve insanlara sahip olduğumuz. Siyasal aklın da yaklaşımı çok pozitif. Bunu herkes görüyor. İnşallah bu defa çözüm süreci kapsamı artarak sürdürülecek.
Son söz: Geçmişte üç çocuğunu dağda kaybetmiş bir anneye “Kapı çalındığında hangisi geldi sanıyorsun?” diye soruyorum. Bir an duruyor, sonra yüzüne masum ve hüzünlü bir gülümseme yerleşiyor. Küçük oğlum, diyor. Bu ülkede kapılar çalındığında gelmeyecek çocuklarını bekleyen ne çok anne var. Şimdi hepsi, kapılar çalındığında çocuklar artık evlerine gelebilsinler istiyor.
(ZAMAN – Naci BOSTANCI – 12.11.2013)