“Bir kulaç, bir kulaç daha. Daha kaç kere bacaklarımı çırpmam gerekiyor? Kollarım yoruldu, nefes almakta da zorluk çekiyorum. Ülkede savaş çıkmadan önce yüzme kursuna gitmiş, nefesimi kontrol etme teknikleri öğrenmiştim. Ama şu anda onları uygulamak pek mümkün değil. Etrafta cesetler var. Bedenler ağırlaştığı için onları itmek de zorlaşıyor. Ha gayret. Olmuyor. Hafif dalgalanma başladı. Gemi battığından beri ilerlemeye çalışıyorum ama nafile. Kıyıya uzaklığımız ne kadar? Onu soracak biri bile yok. En son duyduğum, geminin su aldığı bilgisiydi. Sonrası ise karanlık, ne ses ne söz.
Yüzmeye devam ediyorum. Küçük bir beden suyun gibine doğru kayıp kayboluyor. Kaybediliyor aslında. Kimbilir ailesi onu bulabilmek için neler yapacak? Yaşıyor olma ihtimalini yıllarca yüreklerinde taşıyacaklar. Hâlbuki ben biliyorum, şu anda sonsuza doğru derin bir yolculuk içinde. Biraz daha ilerliyorum. Genç bir kadın. Gemideki seyahat boyunca kanımı donduran hikâyeler anlattı. Çatışmalarda taraf olmamasına rağmen, üzerine yapıştırılan kimlikten dolayı, defalarca tecavüze uğramış. Son olarak ülkeyi terkmekten başka bir çaresi kalmamış. O an tecavüzün de bir silah olarak kullanılabildiğini somut olarak anladım. İşte o kadın, çıktığı umut yolculuğundan karanlığa doğru ilerliyordu.
Nefesim kesiliyor, biraz duruyorum. Kafamı suyun üstünde tutmak gittikçe imkânsızlaşıyor. Tuzlu su burnumdan girip genzimi yakmaya başlıyor. Dayanmalıyım. Kaç saattir yüzdüğümü bilmiyorum. Nasıl ki bir sivil olarak yaşamak için savaştan ve zulümden kaçmam dışında başka bir çarem yoktu, şimdi de hayatta kalmak için yüzmem gerekiyor. Bir an başımın üstünde dolanan bir helikopter fark ediyorum. Canlı olduğumu anlaması için elimden geleni yapıyorum ama o kadar yorulmuşum ki kolumu dâhi kıpırdatamıyorum. Olamaz, bulunduğum yeri pas geçip devam ediyor. Yine de pes etmiyorum ve tekrar döndüğü an beni görüyor. Denizden çıkmama yardım edip, beni ülkelerindeki hasteneye götürüyorlar. Hepsi şaşkın. Bu kadar mesafeyi yüzerek geçebildiğime inanmıyorlar. Sanırım yaşamasaydım ben de inanmazdım. Annemin rahminden çıktığım an aldığım nefesi, karaya vardığımda tekrardan ciğerlerime çekiyorum. Ardından haykırıyorum: Yeniden merhaba dünya…”
Geçtiğimiz hafta yine bir mülteci gemisi sular altında bırakıldı. Bu sefer kıyılarımıza cesetler vurmamış olsa da, içlerinden biri insan üstü bir çaba gösterip kara sularımıza kadar yüzebildi. Attığı her kulaçta ölüme meydan okudu. Aramızdan kaç kişi bu hikâyeye kulak verdi, kaç kişi O’nun yaşam mücadelesine dönük dayanışma gösterme iradesini ortaya koydu? Nasıl ki savaşlar hayatımızın gidişatını kendince şekillendiriyor ve onun çizdiği yolda yürümek zorunda kalıyorsak, ben de inatçı bir yaşam aşığını size aktarmak istedim.
Aylardan Temmuz olunca, bu coğrafyada yaşanan çatışmaların hayaleti aramızda dolaşır. 1974 yılında yaşanan savaşta 17 yaşında olan babamın bir köy sığınağında ölümle burun buruna geldiği an ile ülkesindeki yangın yerinden derme çatma gemiler vasıtasıyla umuda koşmaya çalışan 17 yaşındaki gencin kaderi, 44 yıl sonra birleşti. Diyeceğim o ki, varolmanın ve barışın önemini Kıbrıslı Türkler çok yakından biliyor. Empati gösterebilmek için az biraz hatırlamak yetiyor. Mültecilerin güvenli bir şekilde sığınabilecekleri mekanizmaları kurmadığımız sürece canlar, insan kaçakçılarının keyfî koşullarına muhtaç bırakılıyorlar. En azından yaz aylarından geçtiğimiz bu dönemde, denizde kulaç atarken bunu düşünmekte fayda var. Savaşlar tarihin hiçbir döneminde kurtarıcı olmamıştır. Yaşamı örecek ve yeniden kuracak olan dayanışma ve barıştır. Üretilecek sığınma ve mülteci politikası da bunun en bariz kanıtı olacaktır.