Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Şilili yazar Roberto Bolano kendisine verilen bir edebiyat ödülü (Salambo Ödülü) nedeniyle yaptığı konuşmasında şunları söyler: “Bütün Lâtin Amerika toprakları, o unutulmuş gençlerin kemiklerini tutuyor bağrında. Gençtiler, bütün gençler gibi cömerttiler ve saftılar. Her şeylerini verdiler ve karşılığında hiçbir şey istemediler.” Baskı rejimleri altında inleyen Lâtin Amerika’da, o rejimlere karşı sürdürülen siyasal-toplumsal mücadelede hayatlarını kaybeden gençleri bu sözlerle anarken Bolano, bir bakıma o neslin acılı hikâyesini de özetler..
Toplumların mücadele tarihinde her neslin bir hikâyesi vardır.. Tıpkı 50’li yıllarda doğan ve bu ülkenin siyasal-toplumsal mücadele tarihinde yer alan (bir zamanlar genç olan) neslin olduğu gibi..Geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve büyük gürültü koparan, CTP merkezli ‘rapor’ da genel anlamda bu neslin hikâyesiyle ilgilidir. Siyasal-toplumsal hikâyeler son kertede görünen gerçekliğin ve gerçeklerin örtüsünü aralayan, bir başka ifadeyle görünür olanı görünmeyen yanlarıyla da buluşturarak, olgusal gerçekliklerin anlaşılmasına katkıda bulunan tarihsel serüvenler ve deneyimlerdir de aynı zamanda. Bu yüzden duygusal iç çekişlerle ya da desteksiz böbürlenmelerle anılmanın çok daha ötesinde bir ilgi ve dikkati gereksindiren anlamlara sahiptirler. Hele bu hikâyenin kahramanları, ülkenin-toplumun kaderinde şu veya bu oranda etkili olanlarsa, vaziyet ziyadesiyle önem arz ediyor demektir. Böyle olduğu içindir ki, tarihsel rolleri dikkate alındığında siyasal-toplumsal alanda belirleyici bir güce sahip bu neslin hikâyesini hatırlamakta, şu an itibarıyla yaşanan gerilimli sürecin anlaşılabilmesi bakımından yarar vardır.
Öyleyse hatırlamaya çalışalım: 50’li yıllarda doğan bu neslin kaderi de tıpkı kendilerinden önceki ve sonrakilerde olduğu gibi bu ülkenin kaderinden bağımsız değildir. Onlar da uzun yıllara yayılan ve halen devam eden Kıbrıs Sorunu’na doğdular ve o kahırlı ortamda büyüdüler. Daha lise öğrencisi gencecik delikanlılarken omuzlarında silah mücahittiler; bir yandan geceleri sınır boylarında nöbet tuttular, diğer yandan gündüzleri okullarına devam ederek öğrenimlerini sürdürdüler. Bir başka ifadeyle, daha çocuk yaşlarda boylarından büyük sorumluluklar üstlendiler, toplumsal varoluş mücadelesinde gönüllü yer alarak bu uğurda canlarını ortaya koymaktan geri durmadılar. İlk delikanlı yıllarını böylesi zor koşullarda tamamlayan bu genç insanların büyük bir kesimi, lise öğrenimlerinin ardından, yüksek öğrenim için Türkiye’nin yolunu tuttular. Bu yolculuk onlar için, o güne kadar kaba bir milliyetçilikle örülen kişiliklerini ve kimliklerini sarsacak, zihniyet dünyalarında yarılmalara yol açacak dönüşümlerin ve değişimlerin yaşanacağı yeni bir dünyaya adım atacakları, çok farklı bir dönemin başlangıcı olacaktır.
70’li yılların Türkiye’si, daha öncesinde boy vermeye başlayan solun, niteliksel dönüşüme uğramaya, hem siyasal hareket hem de ideoloji-düşünce olarak giderek artan oranda görünür olmaya, güç kazanmaya başladığı bir iklimi yaşamaktır ve üniversite gençliği de bu süreçte aktif bir unsur olarak yer alacaktır. İşte tam da o yıllarda gruplar halinde yüksek öğrenim için Türkiye üniversitelerine gelmeye başlayan o neslin Kıbrıslı öğrencileri de kendilerini bu dinamik ortam içinde bulacaklar ve bu sürece dâhil olmaya başlayacaklardır. Bir yandan bir nesil önceki Kıbrıslı öğrencilerin kurduğu derneklerin çatısı altında toplanırlarken, bir yandan da Türkiye’nin sol hareketleriyle dirsek temasına girecekler, gerek üniversiteler kapsamındaki demokratik talepler ve gerekse daha geniş ölçekli siyasal-toplumsal talepler zemininde sürdürülen sol mücadeleye katılacaklardır. Onlar açısından radikal bir varoluşsal kırılma dönemi olacaktır bu. Öyle olacaktır, çünkü hem düşünce ve hareket olarak yeni bir (sol) ideolojiyle (sol dünya görüşüyle) tanışmak suretiyle anlam ve düşünce dünyalarında köklü bir dönüşüm yaşayacaklar, hem de olay ve olgulara bu yeni zihinsel formasyonlarıyla bakmaya başlayacaklardır. Bunun kendi ülkelerine yönelik yansıması ise içine doğdukları, bir bakıma kaderlerinin belirlendiği Kıbrıs Sorunu’na ve bir bütün olarak Kıbrıs’a yönelik, yerleşik ‘resmi görüş’ten çok daha farklı bir anlayışı benimsemeleri şeklinde olacaktır. Genç olmanın heyecan ve enerjisinin sınırsız merak ve öğrenme açlığıyla buluştuğu, yüksek ideallerle örülen, bu idealler doğrultusunda dünyayı değiştirmeye aday bir ideolojinin (sol ideolojinin) yeni bir bilgi ve bilinç olarak içselleştirilerek iradi bir güç olarak temellük edildiği; aynı anda dayanışmacı, paylaşmacı, hiçbir özveri ve fedakârlıktan sakınmayan erdemlerle taçlandırılan yeni bir varoluş halidir bu.
70’li yılların başında, Türkiye’de gelişerek büyüyen bu sol hareket, 12 Mart 71 Muhtırası ve ardından yürürlüğe giren baskıcı ara rejim döneminde ilk sert darbeyi yediğinde, Kıbrıslı öğrenciler de bundan nasiplerini alacaklardır. Ülke genelinde sürdürülen sürek avının onlar da hedefi olacak, bir kısmı sınır dışı edilirken, derneklerin kapatılması nedeniyle örgütlü yapıları da ortadan kaldırılacaktır. 12 Mart sonrasında başlayan yeni dönemde Türkiye solu ve öğrenci hareketi bıraktığı yerden yeniden boy vermeye başladığında ise, Kıbrıslı öğrenciler de bu hareket içinde yeniden yerlerini alarak bir kez daha örgütlenme süreci içine gireceklerdir. İşte bu dönem, artık ağırlıklı olarak 50’lilerin seslerini duyuracakları, gerek öğrenci hareketi içinde gerekse hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın siyasal mücadelesinde etkin olarak yer almaya başlayacakları bir dönem olacaktır. Nitekim çok geçmeyecek, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere Kıbrıslı öğrencilerin yoğun olarak bulunduğu büyük şehirlerde kurulan öğrenci dernekleri, giderek daha az sayıda öğrencinin bulunduğu nisbeten küçük yerleşim birimlerine kadar ulaşacak ve nihayet bu dernekler bir federasyon çatısı altında toplanarak (KÖGEF), yapısal ve niteliksel olarak daha güçlü bir mahiyet kazanacaktır. Bu bağlamda Kıbrıslı öğrenci gençlik kendi özgün sorunlarından, genel anlamda Türkiye solunun siyasal-toplumsal mücadelesine kadar varacak geniş bir alanda aktif tavır sergileyecektir. Dahası aynı ilgiyi, kendi ülkesi Kıbrıs’a yönelik olarak da sürdürecektir. Bugünden geriye dönüp bakıldığında 12 Mart sonrası başlayan ve 12 Eylül faşist darbesiyle sona eren, binlerce insanın hayatına malolan -o neslin de altı canını yitirdiği- şiddetin sıradanlaştığı bu acılı dönem, doğruları ve yanlışlarıyla, sevapları ve günahlarıyla, Türkiye Solu’nun olduğu kadar burada yer alan o nesil Kıbrıslı öğrencilerin tarihinde de önemli bir parantez olarak yazılacaktır. Sonuç olarak 12 Eylül faşist rejimi solun üzerinden bir silindir gibi geçecek ve onu ezecektir.
Bu dönem, 70’li yıllarda Türkiye’ye giden o neslin ardı sıra yüksek öğrenimlerini tamamlayarak ülkelerine (Kıbrıs’a) geri dönmeye başladıkları dönemdir de aynı zamanda. Bir başka ifadeyle 50’li yıllarda doğan, 70’li yılların Türkiye’sinde sol ideoloji-düşünce ve hareketle tanışarak yeni bir siyasal-ideolojik kimlik sahibi olan gençlerin artık Kıbrıs’ın toplumsal-siyasal ortamında aktif olarak yer almaya soyundukları zaman dilimidir bu. Geri dönenlerin büyük kesiminin Kıbrıs’ta bir araya gelecekleri yeni adres ise Cumhuriyetçi Türk Partisi olacaktır. 1970 yılında muhalif bir parti olarak kurulan CTP, bu gençlerin sol ideolojilerini ve taleplerini karşılayacak potansiyele sahiptir ve onların katılımıyla bu potansiyel günden güne gelişip güçlenecektir. Dahası bu gençler zaman içinde partinin sıradan üyeleri olmanın ötesine geçerek önemli görevler üstlenecek ve giderek yönetici kadrolar içinde yer alacaklardır. İtiraf etmek gerekir ki zorlu, özveri gerektiren bir süreçtir bu ve yerleşik rejimin baskısına maruz kalmaktadır. Özellikle 74 Temmuz sonrası adanın ikiye bölünmesiyle oluşan ‘de facto’ durum ve sonrasında otonom yönetimden bağımsız cumhuriyete (KKTC) uzanan siyasal yapı Kıbrıs Sorunu’nu yeni bir evreye taşırken; yerleşik sistem üzerinde bir yandan askeri ve diğer yandan da Türkiye’nin artan vesayeti, muhalif unsurların hareket alanlarını daha da daraltacaktır. Bütün bu gelişmelere rağmen CTP, bu neslin de katkısıyla, günden güne geniş kesimleri kucaklayarak büyüyüp gelişen bir parti olacak, ülkede ciddi siyasal bir alternatif haline gelmeyi başaracaktır. Bu başarının zaman içinde 50’lilere yönelik somut karşılığı ise, parti içinde liderliğin ve üst yönetim kadrolarının ele geçirilmesine, toplumsal-siyasal alanda da kimi yerel yönetimlerin kazanılmasına ve milletvekili seçilmelerine kadar varacaktır. Bu kadarla da sınırlı kalmayacak, bu süreç CTP’nin önce küçük iktidar ortağı, sonrasında ise büyük iktidar ortağı olacağı dönemleri de getirecek, o neslin kimi temsilcilerini başbakan-bakan düzeyine taşıyacak ve nihayet en zirveye, cumhurbaşkanlığı makamına da, yine bu neslin temsilcilerinden birinin seçilmesiyle devam edecektir.
Geçerken buraya not düşmekte yarar vardır: 80’li yıllar Türkiye solunun yaşadığı yenilgi yanında, evrensel ölçekte solun ciddi sorunlar yaşamaya başladığı dönemdir de aynı zamanda. Nitekim bu sancılı süreç 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından sosyalist sistemin çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanacak ve sol evrensel bir kriz içine düşecektir. Bu kriz henüz 12 Eylül şokunu üzerinden atamamış Türkiye Solu’nu ve ondan doğrudan beslenen 50’lileri de ziyadesiyle etkileyecektir. Türkiye solunun bölünmelerle malûl serüveni içinde ideolojik konumlanışını ‘Sovyetler Birliği’ merkezli soldan yana oluşturan 50’liler de, deyim yerindeyse o yıkıntının altında kalacaktır. Solu ve solculuğu, tarihsel gelişiminin yaygın karakterine uygun olarak, doktriner ve de otoriter, bir başka ifadeyle mutlak ideolojik aidiyet ve sadakat olarak algılayan ve hareket eden bu nesil, ortaya çıkan yeni koşullarda “kendi kendini yenileme ve değişme yeteneğini” yerine getirmekte zorlanacak, savrulmalar yaşamaya başlayacaktır.
2000’li yıllara gelindiğinde artık iktidarın büyük ortağı olan ve Cumhurbaşkanlığı makamını da elinde tutan CTP’nin üst yönetiminde bulunan 50’lilerin siyasal-ideolojik tarihsel arka plânı işte böylesi bir birikim ve deneyimler toplamını barındırmaktadır. Yirmibirinci yüzyıl ise evrensel ölçekte değişim sancılarının yaşandığı, bu bağlamda ideolojik-zihinsel dönüşümleri ve arayışları zorlayan yeni bir dönemdir artık. Nitekim Türkiye’de AK Parti merkezli iktidar değişimi ve Kıbrıs Sorunu bağlamında sergilenen yeni siyasal vizyon, buna paralel olarak adada AB sürecinin hız kazanması ve nihayet statükonun yıkılmasıyla ülkenin siyasi tarihinde ilk kez iç ve dış dinamiklerin ayni vektörel doğrultuda buluşmalarıyla oluşan siyasal-toplumsal bir iklim söz konusudur ve ‘çözüm ve barış” umutları ayaktadır. Ne var ki oluşan bu olumlu toplumsal-siyasal ortam ve gelişen süreç beklendiği gibi sonuçlanmayacaktır. Bu başarısızlık ise son kertede hem iktidarın büyük ortağı ve hem de Cumhurbaşkanlığı makamının sahibi olması nedeniyle -doğal olarak- CTP’nin hanesine yazılırken, aynı anda CTP’nin kendi içinde de huzursuzluklar yaratacak, özellikle sorumlu konumundaki 50’lilere yönelik tepkiler artmaya, partide ‘değişim’ zamanının geldiğine dair talepler seslendirilmeye başlanacaktır. Aslında dinamik ve değişken bir süreç olan siyasal-toplumsal yaşamın doğasına ait bu gerçeklik, CTP’nin kendini sorgulaması, gözden geçirmesi ve yeniden ayağa kalkması adına bir fırsat olarak değerlendirilebilecekken, bu fırsat sadece parti başkanının değişmesiyle sınırlı kalacak, bir bakıma sorunlar sümen altı edilecektir.
İşte geçtiğimiz günlerde, üstelik sonuçları itibarıyla CTP adına azımsanmayacak siyasal bir başarının elde edildiği, dahası yeni ve dinamik yüzlerin katılımıyla, toplumsal beklentilerin karşılanması, sistemin reforme edilmesi adına umut vaad eden bir tablonun oluştuğu günlerde basına sızdırılan ve büyük gürültü koparan ‘rapor’, sümen altı edilerek geçiştirilmeye çalışılan sorunların, artık orada tutulamayacağının da işaretidir. Bir başka ifadeyle CTP’nin kendisiyle açık yüreklilikle yüzleşmesi, bu bağlamda gerekli adımların atılması ve çıkış yollarının aranması zamanının geldiğinin işaretidir. Bu gerçeği ve gerekliliği, şu veya bu gerekçe ile göz ardı etmek artık mümkün değildir. Ayan beyan ortaya çıkmıştır ki gizlilik, kerameti kendinden menkûl disiplin anlayışı, denetimsiz otorite; rezil ilişkilerin, kirli kumpasların, kör ihtirasların boy vermesinden öteye hiçbir işe yaramamaktadır. İçerde acil çözümler bekleyen ciddi sorunların yaşandığı, Kıbrıs Sorunu’nda yeni gelişmelerin gündemde olduğu,ülkenin “göbekten bağlanma”sının pervasızca dile getirildiği bir dönemde, geniş toplumsal kesimlerin desteğini yeniden arkasına alan CTP’nin bu fırsatı bir kez daha heba etme şansı yoktur. Böyle olduğu içindir ki, kendini kendine vurarak kırıp dökmek değil, kendini kucaklayarak, bugünün koşullarını doğru okuyup değerlendirecek fikri ve zihni niteliği yüksek ortak aklı, çözüm üretecek vizyonu ortaya koyacak sorumluluğu yerine getirmek zorundadır. Aksi durum, sadece bu tarihsel fırsatın değil, CTP’nin kendisinin de heba olması demektir.
Son söz bu yazıda hikâyesi anlatılmaya çalışılan nesile ve asıl bu neslin mezkûr ‘rapor’ vesilesiyle öne çıkan isimlerine..Sizler öğrencilik günlerinizden itibaren, siyasal-toplumsal mücadele içindeki seçiminizi başkalarının zoruyla değil, kendiniz bilerek yaptınız. Böyle olduğu içindir ki kendi yaptığınız seçimin, bu bağlamda verdiğiniz mücadelenin cefasına da sefasına da razı olmak durumundasınız. Yani, yaptığınız şeyler için karşılık beklemek gibi bir hakkınız yoktur. Sizin için en doğru ve adil kararı tarih verecektir. Şu an itibarıyla gelinen kritik dönemeçte büyük sorumluluk sizdedir. Karar veriniz:
Birleştirici mi olacaksınız yoksa yıkıp parçalayıcı mı? Katkı mı koyacaksınız yoksa köstek mi olacaksınız? Kör hırsların ve azgın ihtirasların kurbanı mı olacaksınız yoksa yaratıcı aklın, onurlu olmanın ahlâkî ve vicdanî sesine mi kulak vereceksiniz?
Bir şey daha: Karar vermeden önce “her şeylerini veren ve karşılığında hiçbir şey istemeyen” o mücadele arkadaşlarınızı yeniden hatırlayınız.