Bir “Nikah” Hikayesi ve Aydınlanma

Niyazi Kızılyürek

Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da önemli bir karar alındı ve eşcinseller arası evlilikler meşrulaştırıdı.

Kilisenin ve konservatif çevrelerin bütün itirazlarına rağmen - bu arada Yunan Komünist Partisi de itiraz edenler arasındaydı- yasa onaylanarak yürürlüğe girdi.

Dünya medyası bu olaya geniş yer verdi ve ilk defa Ortodoks dininin baskın olduğu bir ülkede böyle bir yasanın kabul edilmesinin altını çizdi.

Yunanistan’da tartışmalar  hala devam ediyor ve bir süre daha devam edeceğe benziyor...

Ben bu yazımda başka bir “nikah” tartışmasına dikkat çekmek istiyorum ve sanıyorum, iki olay arasında bir benzerlikler kurabiliriz.

1783 yılında Berlinli rahip Johann Friedrich Zöllner bir makale kaleme aldı. Kendisi açık fikirli bir din adamıydı ama medeni nikahı kabul edecek kadar değil. Ona göre, nikah Tanrının şahitliğinde kıyılmalıydı.

O dönemde Aydınlanma konusunda yaygın tartışmalar yapılıyordu ve çeşitli görüşler dile getiriliyordu. Rahip Zöllner, makalesine bir dip not düşerek “Aydınlanma Nedir” diye soruyordu ve bu soruya hiçbir yerde yanıt bulamadığının altını çiziyordu. Demesi şuydu ki, “Aydınlanma diyorsunuz ama bunun ne olduğunu açıklayamıyorsunuz...”

Dönemin aydınları, rahibin sorusuna çeşitli yanıtlar vermeye koyuldular. Bazıları Aydınlanma’nın bilgi ve bilgili olmakla ilgili olduğunu ileri sürüyordu. Fakat tarihe geçen ve günümüzü de aydınlatmaya devam eden cevap Immanuel Kant’tan geldi.

Kant, “Aydınlanma, insanın kendi kendini sürüklediği olgunlaşmamışlık halinden çıkmasıdır” diyordu ve şöyle devam ediyordu: “Olgunlaşmamışlık, başkalarının yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanmamaktan kaynaklanıyor. Olgunlaşmamak, eğer algı eksikliğinden değil ama kararlılık ve cesaret eksikliğinden dolayı kendi aklını başkasının yönlendirmesi sonucuysa, o zaman insanın kendi kabahatidir.

Sapere aude! Kendi aklını kullanma cesaretini göster! İşte Aydınlanmanın sloganı budur!”  

Immanuel Kant, yukarıdaki tespitiyle eleştirel düşünmenin, -o buna kişinin kendisinin düşünmesi (Selbstdenken) diyordu- önemini vurguluyordu.

Görüleceği gibi, Kant bilgiden çok, cesur olmaya, cesurca düşünmeye önem veriyordu.

Gerçekten de aklımızı başkasının kılavuzluğu olmadan kullanabilmek için, bir dizi yönlendirici unsuru sorgulamamız gerekiyor ve bunun için de cesarete ihtiyacımız vardır.

Bu her zaman kolay değildir. Dinin, ailenin, eğitim sisteminin, ulusal anlatıların bize öğrettiklerini tartışmaya açmak kolay olmadığı içindir ki, Kant özgür düşünmenin merkezine bilgiyi değil cesareti koyuyordu. “Cesaret et” ve “kendin düşün” diyordu...

Kuşkusuz anlamlı bir düşünme ediminin en temel özelliği, Hannah Arendt’in dediği gibi, “bilgi değil, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt etme yetisidir”

Kulağa hoş gelse de, herkesin yaptığı bir şey değildir düşünmek!

Feminist düşünürlerden Fatmagül Berktay bu noktaya özellikle işaret ediyor: “Düşünme edimi, aslında herkesin yapabileceği ama gerçekte pek azının yaptığı bir edimdir.”

Berktay, Türkiye’yi örnek veriyor ve Türk toplumunun “düşünmekten çok neredeyse düşünmemekte uzmanlaşmış, zihinsel hazır kalıpların ak-kara ayrımına sıkışmış bir toplum” olduğunu ileri sürüyor.

Düşünmemenin nelere yol açabileceğini, kuşkusuz, en iyi Hannah Arendt anlattı. Avrupa Yahudilerini yok edenlerden biri olan Adolf Eichmann için, “canavar değil, düşünmeyi unutmuştur” der.

Günümüzün Hakikat-Ötesi dünyasında aklımızı başkasının kılavuzluğu olmadan ne kadar kullanabiliyoruz acaba?

Gerçekten düşünen, düşünmekten korkmayan kaç kişi vardır?

Fatmagül Berktay’a göre içinde yaşadığımız zamanın önde gelen özelliği, “düşünme yoksunluğu, pervasız umursamazlık ya da umutsuz kafa karışıklığı veya sıradan boş ‘hakikatleri’ tekrarlamanın rahatlığıdır.”

Peki, insanlık bu durumdan nasıl çıkabilir?

Berktay, “ne yaptığımız üzerine düşünmekle” der...

Evet, ne yaptığımız üzerine düşünürsek, belki neler yapmamamız gerektiğini daha iyi anlayabiliriz...