TC Cumhurbaşkanlığı 2020 ‘Büyük Sanat Ödülleri’ açıklandı. “Türkiye’nin kültür ve sanatının yücelmesine çalışan, özgün eserleri veya hizmetleriyle üstün kabiliyet gösteren kişi veya kurumlara” verildiği söylenen ödüllere bu yıl, ‘Kültür Tarihi’ alanında Sadettin Ökten, ‘Sosyal Bilimler’ alanında İsmail Kara, ‘Edebiyat’ alanında İbrahim Tenekeci, ‘Sinema’ alanında Derviş Zaim, ‘Müzik’ alanında ise Özdemir Erdoğan lâyık görüldü. Cumhurbaşkanı Erdoğan önümüzdeki günlerde düzenlenecek törenle ödülleri sahiplerine verecek. Bu haberi okurken aklıma düşen ve o günlerden bugüne gelende yaşananlar üzerine bir kez daha düşünmeme vesile olan ise bir başka ödül oldu.
Televizyonda canlı yayında izlemiştim. TC Kültür ve Turizm Bakanlığının “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” 2009 yılında “Türk Edebiyatı ve gazetecilik alanlarındaki uzun soluklu çalışmaları, yazı hayatına başladığı ilk yıllardan itibaren sergilediği üretken ve kişilikli tavırları ve yine başlangıcından itibaren demokrasiden taviz vermeyip her dönemde ve her koşulda bu tavrı kararlılıkla sürdürdüğü” için gazeteci-yazar Çetin Altan’a verilmişti. 1 Şubat 2009 tarihinde İstanbul Aya İrini’de düzenlenen Ödül Töreni’nde o dönemin Başbakanı R.T.Erdoğan, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve ödül sahibi Çetin Altan birer konuşma yapmışlardı. Gerek Erdoğan ve gerekse Günay, yaşamı boyunca hakkında üç yüzden fazla dava açılan, gözaltına alınan, tutuklanan, hapis yatan, çeşitli baskılara maruz kalan ünlü yazara karşı son derece mültefittiler; demokrasi ve özgür düşünce adına verdiği ısrarlı mücadele için şükranlarını sundular ve onu saygıyla selamladılar. Altı çizilecek cümleler içeren konuşmasında ise Başbakan Erdoğan “Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini özgüvene bırakmıştır” derken, bu kadarla yetinmiyor, şöyle devam ediyordu:
“Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur. Hepimiz bu ülkenin insanlarıyız. Her şeyden önce birbirimize saygı duyma zorunluluğumuz var. İmtiyazlı çevrelerin hiçbir risk almadan, emek, değer üretmeden bu ülkenin imkân ve kaynaklarına göz dikmesini de istemiyoruz. Statükoyu muhafaza ederek değişime direnilmesini de istemiyoruz.”
Çetin Altan’ı ayakta alkışlamıştı
O ödül töreninde yine Başbakan Erdoğan, Çetin Altan’ın yaptığı teşekkür konuşmasını Kültür Bakanı ile birlikte sonuna kadar ayakta ve alkışlarla dinlemek suretiyle, ayrıca ince bir tavır sergiliyordu. Doğrusu siyasilerin o gün yaptıkları konuşmalarda kapsam itibarıyla dile getirdikleri, kendilerinin de itiraf ettikleri eksikliklere ve aksaklıklara rağmen, Türkiye’de yeni bir dönemi ve zihniyeti ima ediyor olmaları bakımından dikkat çekiciydi. Biri eski bir ‘milli görüşçü’, artık kendini ‘muhafazakâr-demokrat’ olarak tanımlayan Ak Parti kurucusu ve Başbakan (R.T.Erdoğan); diğeri eski bir ‘sosyal demokrat’, söz konusu dönemde Ak Partili ve Ak Parti iktidarının Kültür ve Turizm Bakanı (Ertuğrul Günay) ve bir diğeri de birçok kez devletin gazabına uğramış eski bir ‘sosyalist’, ahir ömründe liberal/sol demokrat yanı ağır basan bir gazeteci-yazarın (Çetin Altan’ın) aynı sahneyi, ama asıl önemlisi daha özgür daha demokratik bir ülke/yönetim talebiyle, ortak duygu-düşünce zemininde paylaşmaları, oldukça ilginç ve de etkileyici bir tablo oluşturuyordu. Her ne kadar farklı kesimler tarafından bunun artık değişmekte olan bir Türkiye görüntüsü; değişen dünyanın Türkiye’deki olumlu yansımaları; hayır ikisi de değil bir takiyye/aldatmaca ve yanılsama olduğu tartışmaları aynı anda sürdürülüyorduysa da, 2000’li yılların başından (daha net bir ifadeyle Ak Parti’nin iktidar olduğu 2002 tarihinden) itibaren, geçmişten o güne ağır aksak işlemekte olan demokrasiye soluk aldıracak açılımların yapıldığı, AB sürecinin hızlandırıldığı, maddi manevi ağır kayıpların yaşandığı Kürt Sorunu’nda çözüm sürecinin başladığı da aşikârdı ve yakın siyasi tarih dikkate alındığında bunlar göz ardı edilemeyecek kertede önemli gelişmelerdi. İtiraf etmeliyim ki kendi adıma o gün izlediğim ödül töreninden ziyadesiyle etkilenmiş, gelecek adına ümitlenmiştim. Veriliş amacı, temsil makamının yaklaşımı ve muhatabının niteliğiyle ödül, bir bütün oluşturuyor, gerek sembolik gerekse içerik anlamında önemli bir işlevi yerine getiriyordu.
Ancak hikâye burada bitmiyordu, devamı da vardı.
Şöyle: Kuruluşunun hemen ardından 2002 yılında iktidar olan Ak Parti’nin, ‘acemilik/çıraklık/ ustalık’ olarak nitelendirdiği evrelerden geçerken sergilediği, büyük başlıklarla ifade edecek olursak ‘Demokratikleşme-AB Açılımı-(Kürt Sorunu’nda) Çözüm Süreci’ olarak nitelendirilebilecek olan, bir bakıma şaşırtıcı, bir o kadar da umut vaat eden bu dinamik süreç, özellikle 2011 Genel Seçimleri sonrasından itibaren kademe kademe ters yönde makas değiştirmeye başladı ve nihayet ‘otoriter’ rejim değişikliğine varana kadar seyir izledi. Bugün ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ olarak nitelendirilen yeni siyasi rejim, gücün ve otoritenin ‘tek adam’da yoğunlaştığı, buna uygun hukuki ve siyasi zeminin oluşturulduğu, ‘otoriter/baskıcı’ bir yönetim biçimi olarak işlerlik ve işlevsellik kazandı. İki ayrı dönemi ihtiva eden bu süreçte, 2009’daki ödül töreninde “Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur.” diyen Başbakan’la; 2014 tarihinden itibaren Cumhurbaşkanı olarak görev yapan ve kendi söylediklerini kendi yalanlarcasına her karşı eleştiriyi ihanet, her karşı görüşü gaflet, farklı olana tahammül etmeyi değil, ona dayatmada bulunmayı ve boyun eğdirmeyi hak ve gereklilik olarak gören, karşılıklı cepheleşmeyi derinleştiren insanın ayni kişi olması ise (R.T.Erdoğan), tatlı bir rüyayla başlayan bir Doğu Masalı’nın bir kâbusa dönüşmesini anlatıyor gibiydi.
Yine, aynı Erdoğan!
Dahası da vardı. Yine o günkü ödül töreninde “Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini özgüvene bırakmıştır” diyen Erdoğan’la; bundan kısa bir süre sonra tam da özgür düşünce/ eleştirinin hayat bulması ve gelişmesi gereken yer olan akademi dünyasını darmadağın eden, düşünce özgürlüğünü ayaklar altına alarak mensuplarını açlığa ve dava üstüne dava açarak hapse mahkûm ettirmekten çekinmeyen, aynı zulmü kimi gazeteci ve yazarlara (bu yazarlar/akademisyenler arasında 2009’da ödül verdiği Çetin Altan’ın oğulları Ahmet ve Mehmet Altan’ın da olmaları tarihin garip tecellisidir) da reva gören, “sanat ödülleri” dağıtırken bir sanatçının barışı simgeleyen heykelini ucube diye yerinden söktüren ve nihayet bu yıl için yenileri açıklanan, daha önceleri dokuz kişiye kadar olan bir kurul tarafından ve oy çokluğuyla belirlenen “Cumhurbaşkanlığı Büyük Sanat Ödülleri”nin kararını 2015 tarihinde yönetmenlik değişikliği yaptırarak kendi uhdesine alarak, otoriter ‘tek adam’lığını burada da, bir kez daha tescil ettiren, de aynı Erdoğan’dır.
On bir yıl ara ile gerçekleşen, veren ismi aynı, misyonları ve zihni çerçevesi geçen zaman içinde birbirinin karşıtına dönüşen iki ödülün hatırlattıkları üzerine düşünürken akla şunlar da geliyor. “Sanat/Bilim Ödülleri”nin sanatçıyı, bilim insanını tatmin ve teşvik ettiği ne kadar gerçekse, ödül alan eser ve çalışmaların değerini esas olarak belirleyenin ödül değil, o eser ve çalışmaların kendinde içkin nitelikleri olduğu da o kadar gerçektir. Bir başka gerçek ise, ödülü kabul eden sanatçının/bilim insanının verilen ödülü kabul etmesinin ödülün misyonu, o ödülü verenin zihniyet dünyası ile uyum içinde olduğunun, ona onay verdiğinin göstergesi olduğudur. Büyük ya da küçük, genellikle ödül alanın o ödülü kabulden sonra aldığı ödülden ‘onur’ duyduğunu söylemesinin esas nedeni de budur.
Eğer böyleyse o zaman, açıklamaları ve icraatıyla ‘otoriter/baskıcı’ bir karakter taşıyan, özgür düşüncenin, karşı eleştirinin suç sayıldığı, mahkûm edildiği, kendinden yana olanın makbul, karşı olanın hain kabul edildiği bir rejimin zirvesinin verdiği ‘Büyük Sanat Ödülleri’ kapsamında -her ne kadar ödül aldıkları belli olan isimlerin ilk açıklamaları bu vesileyle yaşadıkları mutluluğu ve duydukları ‘onur’u ifade ediyorsaydı da- şu soruyu sormak da gerekmektedir: Bu ödülün kabulü, ödüle lâyık görülen sanatçı/bilim insanı için bir onur mudur; yoksa ‘otoriter/baskıcı’ rejimin -sanatçıları ve bilim insanlarını da doğrudan hedef alan- günahlarına ortak olmak mıdır?