Hüseyin Bahca
Gece, ılık büyüsüyle geçiyor içimden. Kaldırımların sessizliği karışıyor dudaklarıma. Her yerde beklentili gülüşler. Şakaklarımda; benim dengemi bozmayın* diye sızlanıp duran bir dize… Kol saatimi komodinin üzerinde unuttum; saatten haberim yok, olsa ne olacak, bir şekilde doğacaktır yeni gün; kendini tekrarlayan altın-sarısı suskunluğuyla…
Şehrin ikinci kalbindeyim. Bu kalbin ritimleri bozuk. Tek-tük atıyor. Spor bir arabanın egzozundan çıkan bağırtıyla ya da tek-tük geçen araçların şırıltısıyla akıyor ses… Bilirsiniz; her şehir iki kalplidir. Tabiat sunar bize bu iki kalbi. Önünde duramadığımız ve bir parçası olduğumuz tabiat… Tabiat ve insan; birbirine saydam köklerle bağlanan; dost ve düşman!
Yürüyorum. Yürüdükçe; ağaçlara yerleşiyor yıldızlar. En masum haliyle gülümsüyor pankartlar, broşürler, afişler ve kartvizitler… Bir gölge önümü kesiyor. Saati bilmediğim bir vakitte zorla kahve ısmarlama derdinde. Konuşuyor. Konuştukça dudaklarına bakıyorum. Ben zaten her konuşanın dudaklarına bakarım. Tereddütü, güvensizliği ve yalanı ele verir dudaklar; bir kıvrılma olur ya da bir duraksama… Sevgili gölge konuşmaya devam ediyor en içten sempatikliğiyle; tiradında hiçbir aksama yok. Sırtımdan sol bileğime uzanan şiir yok oluyor böylece. Herkes ama herkes günü kurtarma derdinde!
Işık ve korna birleşimiyle yaklaşıyor bir araba yanımıza. Sevgili gölge yarı-beline kadar giriyor camından içeriye. Fırsat bu fırsat; kaçıyorum bir kirpinin içedönüklüğüyle, kendimin bile kendini bulamayacağı bir sokağın derinliğine. Boşlukta dans eden müzik notaları gibi yayılıyor ses arkamdan; “bana tikciği unutma canım kardeşim” diye… Cevap vermek için arkama dönüyorum. Sevgili gölge yine yarı-beline kadar arabanın içinde.
Yürüdükçe; yabancılaşıyorum sokaklara. Yorulan nefesimi duyuyorum parkelerin çizgilerinde. Kendimi bildim bileli yokuş aşağıya yürüdüğüm bu yol; daha da yabancılaştığım bir bilinmezliğe götürüyor beni. Her adımda üç yaş yaşlanıyorum. Vitrinler gösteriyor bana yüzümü. Biliyorum; atığım her adım, insana kendinden başkasını düşündürmeyen bir meydana çıkaracak beni. Hep bir labirentteyim sağımda ve solumda çoğalıyor gölgeler. Yüzlerinde ölümsever bir gülümseme**, iyiliğin grameri dökülüyor paçalarından!
Karar veriyorum: Meydana girdiğim zaman ya sırtımı yakan şiiri sol bileğime indireceğim, ya da sol bileğimi kesip intihar edeceğim! Meydana yakınlaştıkça nefes alışverişlerim çoğalıyor. Boğuluyorum. Sokağın tavanı başımın hemen üzerinde. Meydanın kapısı soluk bir ışıkla gösteriyor çıplaklığını. Koşturuyorum. Koşturdukça nefesim tıkanıyor. Tıkandıkça artırıyorum süratimi. Tabanlarıma batıyor çakıl-taşları. Kan izlerimden bulacak beni gölgeler. Gölgelerden korkmuyorum. Gölgenin, gölge olduğunu çok iyi bilir çünkü gölgefobikler! Meydanın kapısına geldiğim zaman kapanıyor kapı. Yorgunum. Nefes nefeseyim. Omuzlarımda bir pamuğun hafifliği. Gerileyip omuz atıyorum kapıya. Kırılmıyor. Bir daha deniyorum, kırılmıyor. Bu sefer bağırıyorum ve kendimi tanıtıyorum, aralanıyor. İttiriyorum, kapı sonuna kadar açılıyor. Artık içerideyim. Kapının arkasında duranı düşürdüm. Hayat böyle, bir yerlere gireceksem; gerekirse birilerini düşürmeliyim. Ama ne isterse olsun; özür dilemek için kaldırıyorum yerdekini. Karşımda yürüyüşe başlayan ilk halim. Hiç konuşmadan meydanı gösteriyor sol eliyle; meydanda yüzlerce insan. Soluk ışıkta ayırt ediyorum yüzlerini. Hepsi birbirine benziyor. Bana.
Çalar saatin komodindeki rezilliğiyle başlıyorum yeni güne. Ve annem soruyor evden çıkacağım vakit; “sabaha yakın nereden geldin”, diye… “Bir başkasının yarattığı cehennemden” diyorum. “Gündüzlerimden çok gecelerimi tırmalayan, uykularımı kemiren.” Ama bunu içimden söylüyorum. Duyupta güne kötü başlamasın diye. Gözlerimi okuyor ve başını öfkeyle eğip dişlerini sıkarak başlıyor yeni güne. Sağ kalçasındaki ağrının basarak üstüne üstüne.
*: Turgut Uyar
**: İlhan Durusel