Bir Sarayönü yazısı

Serkan Soyalan

   Lefkoşa’nın en önemli meydanıdır Sarayönü. Aslına bakarsak meydan fakiridir Lefkoşa, bu açlığı doyuran en önemli simgelerdendir (-hatta en önemlisidir) bu tarihi meydan.

   Lefkoşa Suriçi’nde çocukluk anıları olan biri olarak, birkaç gün uzak kaldım mı, hemen çağırır beni o güzelim, tarih ve Şeher kokan sokaklar. İşi gücü bırakır çıkar giderim…

 

***

 

   Dün de öyle oldu ve sabah kahvemi yudumlamak için girdim Girne Kapısı’nın yanından içeriye. Arabamla yanından geçerken, başımla selamladım Porta Del Provveditore’yi ve Horoz Ali’yi, vardım Sarayönü’ne…

 

***

   Venedikliler tarafından, antik Salamis’ten getirilip de Lefkoşa’nın merkezine dikilen ve bir simgeye dönüşen Venedik Sütunu’nu gören bir yere oturdum ve seyre durdum meydanı.

 

***

   Neleri gördü, kimleri ağırladı, nelere şahit oldu bu koca meydan.

   Lüzinyan Kralı’ndan toplumsal mitinglere, büyük eylemlerden kanlı olaylara uzanan bir hatıralar dizini canlandı usumda.

   Ne konserler, ne eğlenceler…

   Mahkeme avlusuna çift girip, tek çıkanlar, alacaklılar, borçlular, suçlular, mağdurlar…

 

***

   Eskiden Lefkoşa’ya gelenler, Sarayönü’ne uğramazlarsa Lefkoşa’ya gelmiş sayılmazdı. Benim için günümüzde de böyle.

   Sarayönü’ne gidip de Hakan Abi’nin sulu muhallebesini, Lefkeli’nin tostunu yemediğimde hep bir şeyler eksik kalır.

 

***  

 

   Venedik Sütunu’nun altında sade kahvemi içerken her içtiğimde, granit sütunun tepesine, Venedik üstünlüğünü sembolize etmek için yerleştirilen St. Mark Aslanı’nın akıbetini düşünürüm.

   Osmanlılar Kıbrıs’a geldiklerinde bu sütunu ve aslanı yerinden söküp, Sarayönü Camii’nin bahçesine dikmişlerdi. 1915’e kadar da orada kalmıştı.

 

***

   Sonra Sarayönü Camii’yi düşündüm…

   Dedem Ahmet Gürses de, 1940’ların sonunda kısa süreliğine görev yapmıştı bu camide. Sonraki yıllarda Evlendirme Dairesi olarak da hizmet vermişti bu cami… Günümüzde yine ibadet amacıyla kullanılıyor.

 

***

  

   Meydanın müdavimlerindendi Mustafa Amcam… Vefatına kadar da hiç fire vermeden gelmiş, gününün büyük kısmını bu meydanda geçirmiş, dostlarıyla sohbet etmişti. Zaman zaman benimde katıldığım sohbetleri genellikle memleket üzerineydi…

 

***

 

   Meydanın kuzey kısmında bulunan ve Osmanlı zamanında inşa edilmiş çeşmeye kaydı gözlerim. İngiliz İdaresi’nin izlerini taşıyan bir platform da bulunuyor üzerinde. Platform 1953’te Kraliçe Elizabeth’in taç giyme törenini kutlamak için inşa edilmiş ve törenin Kıbrıs’a duyurusu da bu platformdan yapılmıştır. O duyurunun yapıldığı anın ve o dönemlerde her yana astığımız “God Save the Queen” pankartları da aklımda.

 

***

   1949’a kadar Lefkoşa’da bayram yeri de bu meydanda kuruluyordu.

   7 Nisan 1993 tarihli Ortam gazetesinde Neriman Cahit imzalı ve Hasan Saffet Hocalar ile gerçekleştirilen söyleşide o günlere dair şunlar yazar:

   “Bayramlar Sarayönünde olurdu. Kadınlar balkonda durur bayramı seyrederdi. Hovardalar yolda bir aşağı bir yukarı gider gelir, kadınlara caka satardı. Kurban Bayramı’nın 4. gününe ‘Derviş Paşa Bayramı’ denirdi. Çünkü bayramın 4. günü Derviş Paşa fakir fukara çocuklarına sünnet yaptırırdı.”

 

***

   Meydanın asıl sahipleri güvercinlerin dansında, bir düşünce denizi içinde içtim kahvemi.

   Geçmişin güzel anılarında kalmayı yeğledim, günümüzün kaosunu düşününce.

   Keşkeler çoğalıyor insanın içinde bazen. O zamanlarımdayım. Keşke, biz Kıbrıslılar yaşatabilseydik kültürümüzü, koruyabilseydik geçmişin izlerini ve anıların silinmesine izin vermeseydik.

   Beceremedik… Eksildik…

   Her şeyden biraz biraz kaldık… Tam olamadık…

 

***

   Hüzünle ve ağır adımlarla arabama doğru yol alırken Sarayönü’nden, çok sevdiğim Neriman Cahit’in dizeleri belirdi aklımda.

   “Şimdi düşünüyorum da…

   Lefkoşalıdan daha çok, sanki Lefkoşa’ydık biz…

   Özellikle de köyden Şeher’e gelenler için…

   Lefkoşa başka bir kimlik edinmek gibiydi bizim için…

   Özlemlerimizle, yokluklarımızla, tedirginlik ve korkularımızla yaşıyor olsak da, bütün bir Lefkoşa’ydı yaşadığımız.

   Bir bütünleşme, kucaklaşma duygusuydu…

   Yıllar geçtikçe doku çatladı.Hele de 1974’ten sonra…

   Yerini dağılış aldı, göç aldı, yağma, ganimet aldı…

   Birleştiren değil, bölüp dağıtan bir sözde zafer / barış’tı…

   Sonuçta yavaş yavaş sadece kimliğini değil, her şeyini yitiren bir Lefkoşa kaldı geriye…

   Yavaş yavaş tükenen, yerine yenisi gelmeyen bir Lefkoşa…”