Toby Clark “Sanat ve Propaganda” adlı kitabının “Savaşı Hatırlamak: Savaş Anıtları ve Karşı-Anıtlar” adlı bölümüne, hepimizi anıt-heykel konusunda, “ideoloji” olgusunu düşünmeye zıpkınlayacak sorularla başlar:
• Bir savaş nasıl hatırlanmalıdır?
• Savaş anıtları sadece ölenlerin anısına mı yoksa onların uğruna öldükleri değerlere mi adanmalıdır?
• Kimlerin ölenleri anmak için semboller üretme hakkı vardır?
• Bu hak sadece bireylere mi yoksa ulusal anma ve uzlaşma günlerini düzenleme yükümlülüğüne sahip devlete mi ait olmalıdır?
Apaçık: Sorular, savaş sonrası süreçte toplumsal psikolojinin devlet eline kilitlendiğini gösterir. Böylece matemin ve kahramanlığın kişisel ifade biçimleri ile tarihin kamusal sunumu arasında uçurumlarla birlikte gerilimli bir atmosfer oluşur. Oluşmuştur da!..
Clark’ın kitabında savaşın yaşanan yıkımının ardından “sembol üretme hakkı”nın devlet eliyle nasıl biçimlendiğini gösteren vurucu örnekler yer alıyor. Örneğin I. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere sokaklarında halk eliyle yapılmış “sokak anıtları” en ilgincidir. Halk savaş sonrasında cephelerde öldürülen komşularının temsili için el yapımı küçük heykelleri sokaklarına yerleştirmiştir. Bu hareketin önemi nedir? Siparişe, belli bir dayatmaya veya açıkçası ideolojiye dayalı kalmadan tam anlamıyla matemin özgürleştirilmesi ve toplumun, kendinden uzak bile olsa, savaşın yıkıcı gücüne karşı bir saygı duruşudur. Ama ne yazık ki, kendiliğinden oluşan bu matem sürecinin naçizane sokak anıtları, kısa bir süre sonra devlet eliyle kaldırılarak yerlerine siparişle yaptırılan daha büyük anıtlar yerleştirilmiştir. Amaç nedir? Görünende daha uzun süreli ve vakur anıtların yapılmasıdır. Apaçık vurgulamak gerekirse, hükümetin savaş ve ulus konusundaki düşünceler üzerindeki resmi denetimini sürdürme ve sokak anıtlarının eleştirel veya tepkisel duyguları ifade etme yolları olmasını engelleme amacı da taşımıştır. Şöyle ki “bir kaide üzerinde obje” ilkesi kamusal alandaki sanat objesinin öncelikle özgürlüğünü ve bu bağlamda da sanatçının özgünlüğünü kapalı kapılar ardında kalmaya zorunlu kılmıştır.
Nitekim galiba söz buraya kadar gelmişken ve sorunumuz “kamusal alanda savaş nasıl hatırlanmalıdır?” sorusunun üzerine gelişecekse, İngiltere örneğiyle birlikte sanırım Almanya’nın kamusal alanda anıt-heykel kullanımına yönelik özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki tutumuna bakmamız gerekiyor. Almanya’da tarih konusuna çalışan sanatçıların tavrı nettir. Buna karşın soykırımı hatırlanmanın gerektirdiği etik sorumluluklar yine karmaşa yaratmıştır. Karmaşa üzerine gelişen tartışmalar “bir kaide üzerindeki obje” biçimindeki faşist propaganda üslubunun niteliklerini yansıtır görünen geleneksel anıt-heykellerin yan anlamları üzerine odaklanmıştır. Faşizme karşı olana sanatçının anıtı da, karşıt anıt olmalıydı. Bu konuda verilebilecek en etkin örnek Jochen Gerz ve Esther Shalev-Gerz’in tasarlayıp Hamburg banliyölerinden biri olan Harburg’da 1986’da gerçekleştirdikleri “Faşizme, Savaşa ve Şiddete Karşı-Barış ve İnsan Hakları Adına Anıt” yok olmak üzere planlanmış bir öz eleştiri anıtıdır. Sanatçılar tarafından seçilen yerin önemi ayrıcalıklıdır. Ancak insanların başını kaldırdıkça görebilecekleri özel ve özenli bir yer olmanın dışında, alışveriş merkezinin önünden geçen sıradan ve fakat oldukça kalabalık bir caddedir. Anıt ince yumuşak bir kurşun tabakayla kaplanmış 12 metre yüksekliğinde ve 1 metre kare alanına içi boş, alüminyum bir direktir. Uzaktan fark edilmez ve fakat izleyicisi ile iç içedir. Bu nedenle kalabalık caddenin tam kalbine insan adımlarının içine ve gürültünün rengine karışabilecek bir noktada yer almıştır. Böylece sanatçılar yoldan geçen herkesin kurşun tabaka üzerine isimlerini yazarak faşizm ve şiddete karşı direnişlerini ifade etmeye teşvik etmişlerdir. Sütun alçalarak zemin altına yerleştirilmiş boş bölmeyi yavaş yavaş dolduracak şekilde inşa edilmiştir. Anıt dibe gömülürken üst yüzeyler daha fazla ismin yazılabileceği şekilde boşalacak ve yazılan her isim daha sonra giderek, kaybolacaktır.
Gerz’lerin 1986 yılındaki bu anıt-heykel uygulamasının geleneksel anıt-heykel dikeyliğine ve kalıcılığına kafa tutmasını tartışabiliriz. Burada tartışmaların renginin ideolojik renk skalası içinde kalarak, kısırlaşabileceği/sığlaşabileceği öngörüsüne sahibim. Sığ sularda siyasi ideolojinin atacağı kulaçlar, sokağın özgür ruhunun serbest salınımının önüne geçmesi bu anıtta oldukça güçtür.
Yurtdışına gidilince nadide değerdeki müze ve sergiler gezilerek entelektüel birikimin zorlanır. Belleklerde tozpembe bulutlar bırakan bu tür ziyaretelerin rutinin dışına çıkabilmesi için, toplumun değişim renginin dalga dalga metropolün kalbine nasıl aktığını banliyölerin sokak duvarlarına bakarak görmek gerekiyor. Grafitiler sokakların sansürsüz dilidir. Alaycı ve ırkçı yorumları, sloganları ve simgelerin çarpıştığı özgün, sansürsüz, dayatmasız kısaca dışavurumun serbest salınımın sözcükleri, sokakların duvarlarında gizlidir. Bu yazılar “Ali Ayşe’yi seviyor” ve değişmeyen simge “kalp” sembollerinin dışındadır. Toplumun gerçek kimliğinin ve karşı duruşlarının karşıtı bir sokak gösterisidir. Grafitiler sokağın belleğini sıkıca denetleme imkânı sağlar kendine bakan göze ve dilini anlayabilen usa/okuyana.
Gerz’lerin anıtı da grafitileri anımsatarak “Neden bu toplumsal olguyu yani anıt-heykeli kendi haline bırakıp; sosyal yapıyı ortaya sermesine izin vermiyoruz?” sorusunu akla getirmektedir.
Ne dersiniz?
(Arşivimden…)