Vedia Bakıroğlu
vediabakiroglu04@hotmail.com
“Ortalama bir insan günde en az 3 saatini sosyal medyada geçiriyor.”, “Sosyal medya kullanımı zararlıdır.” gibi istatistiklere dayalı yüzeysel kanılar, aslında toplum düzenimizin bir parçasıdır. Yeni yetişen nesli daha kolay şekilendirmek adına, istenilen kıvama getirme ve bireylerin düşüncelerini belirli yönlerde inşa etmede, yönetimi kolay ve ucuz olan sosyal medya platformları özellikle devlet büyükleri tarafından sıkça kullanılan özel bir araç. Her gün bizi küçücük ekranlara hapseden bu platformların da henüz sadece 21. yüzyılın başında ortaya çıkıp hayatımızın tam ortasına oturmasının, genel olarak toplum bilincinin sanal olarak kontrol edilmesinin ve fikirlerimizin artık sadece dijital ortamlarda “zenginleşmeye” başlamasının çok daha fazla düşünmemiz gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.
Facebook, ülke gündemlerimizin en yoğun olduğu sanal paylaşım platformu olması açısından bu yazımdaki odak noktam. İlk başlarda MSN, Facebook, Skype gibi platformlar arkadaşlarla ve yeni insanlarla fiziksel engel tanımadan, ücretsiz ve teknoloji çağı doğmadan önce hayali güç bir şekilde bağlanabilmeyi sağlarken, özellikle demokrasi gibi yönetim biçimlerini o zamandan süregelerek baltalamaya başladı diyebiliriz. Bu da bir nevi halkın bu platform üzerinden çeşitli haber organlarının sunduğu gündemler sonucu, kendi toplum görüşlerini şekillendirmeye başlaması ve neredeyse tek okuma kaynaklarının Facebook haber linkleri olmasıyla, baltalanan şeyin özgür irade ve düşünme yeteneğimizin olduğunu gösteriyor.
Peki ne yapıyoruz bu platformda da gün geçtikçe sessizleşip hareket haline geçme durumunu bir başkasının eline bırakıyoruz? Haber okuyoruz, haber eleştiriyoruz, fikir sunuyoruz, düşünce eleştiriyoruz, kendi gerçekliklerimizi haber linklerinin altında tüm insanlığa duyurmaya çalışıyoruz ve yine eleştiriyoruz. Toplumsal olaylara ve bizi krize sürükleyen şeylere otomatikleşmiş bir şekilde Facebook durum güncellemeleri yaparak cevap veriyoruz ve karşılığında değişim bekliyoruz. Kendimizi uzun paragraflar yazıp başka insanların fikirlerini çürüterek tatmin ediyoruz. Sadece yazıp okuyarak değişim bekliyoruz ve geliştiğimize inanıyoruz. Yani belli ki demokrasimizde nasıl bir söz hakkına sahip olduğumuz veya değişim için olumsuzluklara nasıl tepki vereceğimiz unutulanlar arasındaki yerini aldı. Somut olarak gerceklesen olaylara dijital olarak yanıt verme biçimimiz de bunun bir kanıtı olabilir.
Bu satırları yazarken aklıma hep seçim zamanları ülkemizde yaşanan dijital kaos geliyor. Herkes yazılar paylaşıyor, Facebook duvarları siyasi ağlama duvarlarına dönüşüyor ve bürokratlar dahil fikri olan herkes yazıyor, çiziyor ama, kimse sadece durup kendini dinlemiyor, düşüncelerini dizginleyip “Ben ne yapıyorum?” “Bu durumdan kurtulmak için hangi bilinçte olmam gerek?” Gibi basit sorularla meşgul olmuyor. Kimse asıl iradenin bir bakıma kendini dinlemek olduğunun bu karmaşa arasında farkına varmıyor. Ve bu düzen bir döngü haline dönüşüp her seçim zamanı tekrarlanıyor ve sunulan fikirler, paylaşılan yazılar, kırılan kalpler, umutsuzluklar giderek büyüyor. Büyütüp genişletemediğimiz tek şey düşünme süremiz. Çevremiz hakkında bildiğimiz kadar düşünüyoruz ama düşündüğümüz kadar da biliyoruz aslında.
Araştırmacı Sinan Canan’ın sözleriyle içinde bulunduğumuz bu kaosu özetleyebiliriz: “Konuşulabilir, düşünülebilir, aktarılabilir, yazılabilir şeyler, hayatımıza ve zihnimizin enginliğine kıyasla çok küçük bir yer işgal ediyor. ‘Söz ve mantık’, ‘söz ve nutuk’ üzerine devamlı meşgul olursanız, zihniniz tamamen sözel mantık dizgileriyle sıkışabiliyor.” Bu da aslında dijital çağın bizi makineleştirmesine sebep oluyor ve bizi empati, anlayış, hoşgörü gibi niteliklerden uzaklaştırıyor.
Yaratılan dijital bilgi kirliliği; bize sorgulayamamayı ve düşünememeyi öğretiyor ve biz, her geçen gün kendi irademizi nasıl yöneteceğimiz konusunda daha da bilinçsizleşiyoruz.