Kemal Yücel hocamızın vefat haberini duyunca, ilk aklıma gelen; 31 Ocak 2009 tarihinde, kendisiyle evinde yaptığım televizyon programı geldi.
Kapıyı çalıp içeriye girdiğimde, artık mum ile arasanız zor bulunacak; o “saygınlık ve centilmenlik” havasıyla karşıladı beni. İlk bakışta sert bir yanı varmış gibi görünse de, aslında tam aksine sevecenlik ve birşeyler öğretme, bilgilendirme mesleğiyle yoğrulmuş bir yürek vardı karşımızda.
Böylesi insanlarımızla yaptığım röportajlar beni daima zenginleştirmiş, bilmediğim birçok şeyi bana öğretmiştir. Bundan daha büyük bir kazanım olamazdı benim için.
“Yaşayan tarihler” olarak isimlendireceğimiz insanlarımıza aslında doğru ve detaylı sorular sorulduğunda, Kıbrıs Türk insanının geçmişine dair her alan için birçok veriye-bilgiye sahip olmanız hiçtendir. Ben; aklım-fikrim elverdiğince herşeyi sorgulamaya ve öğrenmeye çalıştım. Ve günün sonunda işte bu insanlarımızın bizlere anlattıkları kalıyor geride.
Ve onlar; aslında bu şekilde her zaman yaşamayı da hak ediyorlar.
Kemal Yücel hocamızla uzun soluklu bir söyleşi yapmıştık. O dönemlerde gazetede bir bölümünü çözüp yayınlamıştım. İşte; “sözü uçup yazısı kalanlardan” Kemal Yücel hocamızdan; çocukluğuna dair anlattıklarından bir bölüm:
“İlkokula şöyle başlamıştım. Eskiden 30-40 öğrencisi olan köylerde bir de hocanım vardı. Taasup nedeniyle kızlar ayrı bir okula gönderilirdi ve o bir nevi anaokul vazifesi de görürdü. Ben çocuk olarak o okula gittiğimi hatırlarım. Hatta eski harflerle, yani daha 1928’de kabul edilmişti Latin harfleri, ben o zamanlar demek ki 5 yaşını ancak doldurmuştum, bir alfabe ile okula başlamış olduğumu hatırlarım.
Katriye Hulusi vardı Hacıbulgur’lardan, onun bir kız kardeşi vardı, hepsi rahmetli oldu, Nergisli köyünde öğretmenimiz o’ydu, Hıfsıye hanım. Hıfsıye Hacıbulgur.
Bunlar tanınmış bir ailenin çocuklarıydı ve okumuş hanımlar o zamanlar çok az’dı. Bunların babaları gazeteciydi. Ve öğretmenlikte çok erken temaüz etmişlerdi ve başarılı öğretmenlerdi. Bu nedenle daire de bunları bir yere gönderirken, bu özelliklerini nazar-ı itibara alarak oldukça tanınmış bir köye gönderirlerdi.
O zamanlar bizim köyde çok tanınmış insanlar vardı ve köyün altından tren de geçiyordu.
O da mühim bir kolaylıktı. Lefkoşa’ya, Mağusa’ya yakın bir köydü.
İşte ben orda okula başladığımı hatırlarım, fakat daha sonra esas okuma becerisini ben nasıl kazandığımı hiç hatırlamıyorum.
İsmail Savalaş bey gelmişti, rahmetli, 1930 yılında, çok genç bir hoca olarak, erkek çocuklarını okutmak için. 25 yaşlarında ancak vardı. Kız çocukları için de ayrı bir hocanım vardı.
İşte ben Savalaş beyin sınıfında, yani 3. sınıfta erkek okuluna başladım, 4. sınıfta da gene hocamız o’ydu. Nur içinde yatsın, çok gayretli, çok vatanperver, çok çalışkan, zeki ve bilgili bir insandı. Yalnızca öğretmenlik yapmıyordu, köylülere de gece kursu açmıştı, ben 1930’da başladığımda Latin harfleri vardı tabii, köylülere açtığı bu kurslar neticesinde de, bana kendisinin ifade ettiğine göre, çünkü daha sonraları Kardeş Ocağı’na gelirdi devamlı, birçok kişi Söz Gazetesi’ne abone olmuştu o zaman diyordu. Bu çok büyük bir başarıydı. Belki biraz abartılmış bir rakamdır ama demek ki büyük bir motivasyon yaratmıştı.
Sonra o zamanlar milli duygular da çok önemliydi.
Atatürk bir gün etrafındaki kişilere sormuş; “beni nasıl değerlendirirsiniz?”
Kimisi şöyle kumandan, şöyle politikacı, şöyle asker filan demişler.
Atatürk de cevap olarak “siz benim muallimlik tarafımı unuttunuz” demiş. Serzenişte bulunmuş yani.
Latin harflerini bizlere o öğretti, iyi ki öğretti çünkü bu eski harflerle öğrenim gören çocuklar, 3. sınıfa geldikleri halde okuma becerisini kazanamamışlardı. Gerçekten çok zordu.
.....”