Bazan insan çok hızlı dönen öyle bir yaşam çarkı içerisinde kendisini bulur ki, bu hızın ne zaman rolantiye geçeceğini sabırsızlıkla bekler, umut eder, kendi kendini telkinliğe iter.
Çepeçevre etrafını “sorun” ya da “sorumluluk” olarak addedebileceğin şeyler sarıp sarmalar. Bir yerden nefes almayı becerdin mi “oh be” demekten kendini alamazsın.
Sonra nefes aldığın yer de bir başka sorun-sorumlulukla kaplanır-doldurulur, gözlerin nefessizlikten yerinden çıkacakmış gibi olur.
Tek elinde kalan tesellin; “bu da geçecek” demektir.
Elbette yaşam bir “geçirgendir”.
Hiçbir şey yerinde durmuyor, değişiyor, yok olduğunu sanıp başka bir enerjiyle hayatımıza giriyor, bir başka şekilde onu yaşıyor sonra yine değişiyor...
Böyle sürüp gidiyor işte...
Bundandır “bu da geçecek” dediğimiz şey aslında, geçmesini beklediğimiz şeyden başka birşey değildir.
Geçecek ama olumlu ya da olumsuz başka bir şeye dönüşecek.
Kurtuluş yok yani.
Olumluya dönüştüğü sürece, sıkıntı yapmayız da, olumsuzluğa bir başka olumsuzluk eklendi mi, yaşamın; yaşamımızın anlamını sorgular da oluruz.
“Ne için, kim için” soruları peşi sıra dizilir aklımızın dehlizlerinde.
Cevaplarını bulsak da birçoğunun, iknasızlığımız ve inançsızlığımız her zaman bir yerlerde kırıntı gibi gizlenmekte.
Bir an durup düşündüğünüzde; yaşadığınız ve “sorun-sıkıntı” olarak tanımlayacağınız şeylerin çok çok büyük bir kısmının aslında “2.3. Şahıslar” denilebilecek kişilerden kaynaklandığını görürsünüz.
Hani bazan deriz ya; “az insan öz insan...” belki de temelinde yatan gerçek budur.
Çünkü insanoğlu, hele hele bizim gibi küçük ülkelerde, “sorun yaratmaya” çok eğilimlidir.
Avaracılık, kıskançlık, hırs...adını ne korsak koyalım ; tüm bunların getirisiyle karşısındakine “sıkıntı” vermek için yaratılmışlar gibi çalışmaktadırlar.
Hani eskiden çok geniş aileler vardı, bilirsiniz.
Bazan özellikle İtalyan filmlerinde de görürüz; upuzun bir masada onlarca ifade edilebilen aile bireylerinin birlikte yemeleri, içmeleri, eğlenmeleri.
Şimdi bu gelenek nerede?
Yirmi kişiyi değil, beş farklı kişiyi bile biraraya getirseniz, eğlenmek bir yana “sorun ve çekiştirmeden” başka bir konuşma cinsi olmaksızın sürüp gider sohbetler.
Ondandır “az insan öz insan”a gidiş.
Belki günümüzde yalnızlaşmanın kapılarına açmaktır hayata, böylesine bir bakış.
Ama sorunlardan bir nebze kurtuluş gibi görülmeye başlaması da göz ardı edilemiyor.
Tüm bunları yaşarken insan bir tılsım olsa da bir an bile tüm bunlardan çekip çıkarsa beni diye düşünür.
Girne’nin sıcak basmış sokaklarında koşuştururken geçtiğimiz gün, trafiği aksatmaya rağmen, bir araba durdu yol içerisinde. Bizim Leymosun Komitesinden Yücem indi içinden ve bagajı açıp “gel” dedi. Bir baktım kutu içerisinde taptaze şarlot tatlısı. “al dene bakalım oldu mu?” teklifini havada kaptım. Elime bir kaşık tutuşturdu, arabasına bindi ve gitti.
Yürümeye başlarken daldırdım kaşığı şarlotun göbeğine. Islak kek, şerbetin, bembeyaz köpüğünün tadına varırken aklımdan şöyle geçti: “herşeye rağmen bir tatlı an da yaşayabiliyor insan, sürprizlerle...”
Teşekkürler Yücem... harika olmuş...