Üniversitede ilk kez ders verme deneyimim aynı zamanda neredeyse tüm dünyada uygulanmaya başlanan ve hemen hemen herkes için de bir ilk olan uzaktan eğitim deneyimiyle aynı zaman dilimine denk geldi.
Microsoft Teams denen bir bilgisayar programının içine kaçmış olan DAÜ İletişim Fakültesi’nin Yeni Medya Bölümü’nün dijital odacıklarında, ekran kutucuklarının içerisindeki öğrencilerle yaptığım ilk dersin ardından aklıma gelen ilk cümle şuydu: “Oturduğun yerden zar zar konuşuyorsun, bundan iyisi mi olacaktı?”
Bundan daha iyisi var mı bilmiyorum, ama daha kötüsü olduğu kesin. Çünkü artık kaçınılmaz bir şekilde yaşadığımız ve daha da gelişecek olan dijitalleşme seyri, beraberinde hem sosyal bir varlık olarak insan, hem de temel hak ve özgürlükler için belli başlı tehditleri de potansiyel olarak bünyesinde taşımakta.
***
Uzaktan eğitim noktasında bu dönem kıyısından da olsa içinde olduğumdan dolayı belli başlı sıkıntıları ve kaygıları daha iyi gözlemleyebildim. Öncelikle şunu belirteyim ki, pandemi tehlikesi dahi ortadan kalktığında, en azından üniversitelerdeki sosyal bilimler söz konusu olduğunda uzaktan eğitim ile yüz yüze eğitim arasında tercih yapma şansım olsa, çok düşünmeden uzaktan eğitimi seçerim.
Buna gerekçe olarak da erişilebilirlik, zaman ve enerji tasarrufunu gösterebilirim. Aynı fiziki mekanda olmanın daha iyi iletişim kurabilme ve paylaşım yapabilme anlamında, uzaktan eğitime göre daha avantajlı olduğuna dair bir argümanın da tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Ortada eğer iyi bir iletişim kurmak için samimi bir çaba varsa, uzaktan veya yakından yine verimli bir sonuç alınacaktır. Aynı durum ders sırasındaki verimi arttırmak için de dijital teknolojilerin getirdiği olanakları kullanabilme noktasında da geçerli. Verim sağlamanın boyutları da dijitalleşmeyle birlikte değişip dönüşüyor.
***
Fakat buna rağmen eğitimin dijitalleşmesi ve uzaktan olması beraberinde yeni sıkıntıları da getirmekte. Bunların başında da eğitimcinin harcadığı emek-zamanın karşılıksız bir şekilde uzaması, öğrenci-akademisyen arasındaki iletişimin hızının ve biçiminin değişmesinden dolayı yoğun iletişime maruz kalınması ve eğitimcinin dijital sınıfta verdiği dersin sistem içerisinde denetlenebilir-kontrol edilebilir olmasının getirdiği yeni baskı mekanizmaları gelmekte.
Karşılığı ödenmemiş dijital emek
Eğitimcinin gerek ders öncesi gerekse de ders sonrası süreçlerde harcadığı emek-zaman, sürekli olarak öğrenci ile kaçınılmayacak biçimde kurulan iletişimin yoğunluğu haliyle sömürünün hem niteliğini hem de niceliğini dönüştürüyor. Dijital emek, aynen eğitimin veya iş olgusunun mekansızlaşması ve zamansızlaşması ile birlikte akışkan bir hal alıyor. Emek ve beraberinde gelen sömürü ilişkisi de mekansızlaşıp zamansızlaşıyor. Özellikle pandemi dönemi ve içinden geçtiğimiz süreçte bunu çok daha iyi gözlemleyebiliyoruz. Bu konuda dünyada uluslararası çalışma yasalarını dijitalleşmenin getirdiği risklere göre yeniden tadil etme yönünde bir kamuoyu da oluşmaya başladı. İnsanlık tarihinde ilk kez yaşanan bu denli bir dijitalleşme süreci doğal olarak verili yasal düzenlemelerin de beraberinde değişmesi ihtiyacını dayatacaktır.
Dijital gözetim ve denetim
Bir diğer mesele ise gözetim, kontrol ve denetim… Dijitalleşme neredeyse her alanda yeni gözetim ve denetim mekanizmalarının tesis edilmesiyle gelişiyor. Gündelik sosyal medya ve internet kullanımındaki dijital ayak izlerimizin büyük veri havuzlarına kaydedilmesi bir yana, dijital mecralarda yaptığımız neredeyse tüm hareketler artık gözetlenebilir, takip edilebilir durumda.
Bu durum üniversiteler ve akademisyenler için de büyük risk taşımakta. Derslerin kaydedilmesi ve sisteme yükleme zorunluluğu otoriterleşen bir rejim altında, dijital sınıflarda dile getirdiğimiz her bir sözün yarın başımıza bela olabileceği riskini getirmekte. Bu durum en başta üniversitelerde korunması ve geliştirilme gereken eleştirel düşünce ve ifade özgürlüğü için en büyük tehditlerden biridir. Sanırım her akademisyen, en azından eleştirel düşünceyle içli dışlı olan kişiler böylesine bir karın ağrısını hissetmişlerdir.
***
Dijitalleşme süreçleri aslında bir pharmakon olarak çalışıyor. Yaşadığımız dönemin sıkıntılarına ve insanın karşılaştığı zorluklara çare ürettiği kadar, aynı anda yeni sıkıntılar, kötülükler ve ‘karın ağrıları’ da üretebiliyor. Tüm bunlar yaşanırken ise ‘günah keçisi’ iktidarın normlarının dışında kalan/bırakılmış kesimler oluyor. Dolayısıyla dijitalleşmeyi, yeni teknolojilerin hayatlarımızı nasıl dönüştürdüğünü konuşurken, tüm bunların iktidar ilişkilerindeki yerlerini, anlamını ve işlevini de konuşmamız gerekmekte. Dijitalleşmeyi, mülkiyet ilişkileri ve iktidar yapıları bağlamından koparmadan düşünmek lazım.