Stella Aciman
Bu başlığı odatv.com’da Rafael Sadi imzasıyla çıkan yazıdan aldım.
Bir mektup yazmış aslında Rafael Sadi. Ramazan başladığından bu yana bana kutsal ayı en güzel, en derinden hissettiren yazıyı yazmış, eline sağlık.
20 yıl önce Türkiye’den ayrılmış, İsrail’e yerleşmiş, benim de tanışım bir Yahudi vatandaşımız Rafael Sadi. Yazıyı okuduktan sonra belleğimin girintilerinde dolaşmamak olmazdı…
Sene 1960… İlk hatırladığım Ramazan. Evde tatlı bir telaş… Fatma Hanım bizim bayramlarımıza evi nasıl hazırlarsa, annem de Ramazan ayında evi öyle hazırlardı. Fatma Hanım için özel yiyecekler alınırdı eve mesela. Hurma; ilk defa o günlerde hayatıma girmişti ve halen çok sevdiğim bir tatlıdır. Apikoğlu sucuğu, tava yoğurdu, eski kaşar, Ayvalık’tan gelen zeytinler iftar sofrasının vazgeçilmezleriydi. Ve tüm bu yiyeceklere eşlik eden, fırından henüz çıkmış, mis kokulu Ramazan pidesi… Fatma Hanım bir parça pidenin üzerine hakiki köy tereyağını bolca sürer ve elime tutuştururdu. Ben böyle açardım tutmadığım orucumu… Ramazanın ilk gününde masamızın yıllarca hiç değişmeyen bir tadı daha vardı. Köşkümüzün karşısındaki evde oturan Madam Anna’nın yaptığı ve Fatma Hanım için köşke gönderdiği zeytinyağlı yaprak sarması… Madam Anna Ermeniydi, yaptığı yemekler Yeşilköy’de dillere destan olmuştu. Annem de dâhil, hemen hemen tüm Yeşilköy onun yaptığı dolmaların, topiğin, patlıcan salatasının, böreklerinin hastasıydı. Annem, ‘Ermeniler bu işi çok iyi bilir’ derdi.
Dinlerarası iftar sofraları
Fatma Hanım’ı izlerdim iftar sofrasında. Önce bir yudum suyunu besmeleyle içerdi, ardından bir parça pideyi yanında zeytiniyle ağzına atardı. Ben de o ne yaparsa aynısını taklit ederdim. Aynur hemen sıcak çorbayı, önce Fatma Hanım’ın, sonra sırasıyla babamın, annemin, ağabeyimin ve benim tabağıma koyar, en son da kendi alır ve sofraya otururdu. Ana yemek sonrası Fatma Hanım bir adet hurmayı tatlı niyetine yer ve sofra duasını ederdi.
Ramazanın ilk haftası geçtikten sonra evde komşulara iftar yemeği verilmeye başlanırdı. Mahallemizde yaşayan Müslüman’ı, Rum’u, Ermeni’si bir sofra başında buluşurdu. Fatma Hanım’ı seven ve ona saygıda kusur etmeyen bu insanlar da evlerinde O’na iftar yemeği verirlerdi. Hepsi Ramazan ritüellerini bilir, sofralarını o ritüellere göre hazırlarlardı. Hatta Madam Evo’ nun evinde bulundurduğu seccadede teravih namazını kılardı Fatma Hanım. Fatma Hanım’ın gelini Zehra Abla’nın bizde olduğu zamanlarda onların peşine takılır, köşkün yakınında olan Mecidiye Camii’ne giderdik. Fatma Hanım’ın yanına oturur namaz kılardım kendi aklımca. Onun dudakları duaları mırıldar, benim dudaklarım oynardı. O başını sağa, sola çevirir, tabii ki ben de aynı hareketi yapardım. O secdeye durur, ben de hemen onu taklit ederdim ve namazı birlikte bitirirdik. O yıllarda ne kadar çok namaz kılmışımdır diye düşünüyorum ve tebessüm ediyorum şimdilerde.
Duaların dini yok
Sahur vaktini de asla kaçırmazdım. Fatma Hanım, beni uyandırmamak için ne kadar sessiz hareket ederse etsin, adeta kurulmuş bir saat dakikliğiyle derin uykumdan uyanır ve mutfağa koşardım. Fatma Hanım’ın sofrasına ellerimle bir tabak yemek koymak, bir bardak su vermek, sanki bana verdiği sevginin bir karşılığını vermiş gibi hissettirirdi bana.
Ben ilk duamı da o yıllarda öğrendim Fatma Hanım’dan. Kulhu Allahu Ahad, İhlâs Suresi… O günden sonra ezberlediğim her duayı unutmuşumdur ama Fatma Hanım’ın henüz altı yaşımı sürerken öğrettiği bu duayı hiç unutmamışımdır ve hala da okurum… Duaların dini olmadığını ben o yaşta öğrendim.
Yıllar yılları hızla kovalıyordu ve bizler büyüyorduk. O yılların içinde Fatma Hanım’ı sonsuzluğa uğurlamıştık. O gittikten sonra bizim evdeki ramazanların da eski tadı kalmamıştı. Artık iftar yemeklerine Zehra Abla’mın evine gidiyordum. O hala Beyoğlu’ndaki Bukis apartmanında kızlarıyla birlikte oturuyordu. 1964 yılında apartmanın sahipleri Yunanistan’a gönderilmiş, eski sakinlerden bir tek Madam Afro kalmıştı. Çevre apartmanlarda oturan gayrimüslim aileler birer-ikişer Beyoğlu’nu, bazıları ise Türkiye’yi terk etmeye başlamıştı. Artık çan sesiyle, ezan sesini pek fazla bir arada duyamıyorduk.
‘Nerde o eski ramazanların tadı?’ diye düşünmeye başladığım, o birlik ve beraberliğin izlerini aradığım 1972 yılı sonrasına gelir Semahat ve Rezan Ablalarla tanışmam. Yaşça benden bir hayli büyük olmalarına rağmen çocukla çocuk, gençle genç olmayı, yeri geldiğinde halva, yeri geldiğinde helva diyen iki muhterem insan…
Bir başka şık olurdu Semahat ve Rezan Abla’ların iftar sofraları. Beyaz keten masa örtüsünün üzerinde eski Çekoslovak porselen tabak takımları, gümüş çatal, bıçak ve kaşıklar ve illa ki keten peçeteler… O şaşaanın içinde ise gözle görülür bir zarafet vardı. Masayı donatan, birbirinden lezzetli ve çeşitli iftariyelikleri iyi bir ressamın elinden çıkmış natürmorta benzetirdim.
Göçenler, geride kalanlar
O evde verilen iftar yemeği davetlerine herkes birer defa çağrılırken ben her ramazan ayında 2-3 defa davet edilirdim çünkü iftar sonrası çaylar içilirken yapılan dini sohbetleri çok sevdiğimi bilirdi Semahat Abla. Misafirlerin hepsi birbirinden değerli, yaşça benden büyük insanlar olurdu. Müslümanlık başta olmak üzere Yahudilik ve Hıristiyanlıkla ilgili değerli ve en doğru bilgileri, en önemlisi ise; iyi bir insan olmanın hiçbir dinin tekelinde olmadığını o toplantılarda öğrendim. O ortamın tek Yahudi’siydim… Ama hiç ‘öteki’ olmadım!
Bugün geçmiş ramazanlarda sofralarına konuk olduğum, sofralarımıza konuk olanların birçoğu artık yoklar, birçokları ise bir deli rüzgârın esintisiyle bir yerlere savrulup gitmişler. Benim kulaklarımda ise hala Fatma Hanım’ın sofra duaları, Semahat Abla’nın yumuşacık sesiyle söylediği Sarı Çiçek ilahisi çınlıyor…