Bazen bir sis bulutunun ardında yaşamayı seçiyorum. Hayatın gerçekleri o kadar iç kırıcı, o kadar acımasız geliyor ki dışarıya bakmaktansa kendi içime yöneltiyorum dikkatimi. İçerisi şenlik bayram filan değil bu arada, hatta zaman zaman zifiri karanlık. Çok süremiyor bu elbet, dışarıda öyle gürültülü bir patlama gerçekleşiyor ki mecburen uyanıyorum daldığım kış uykusundan. Kimi zaman uzun sürmüş oluyor bu uyku ve dışarıya çıkınca gecikmiş felaket haberleri ile karşılaşıyorum. Camdan kulede yaşamak değil bu, bir korunma güdüsü belki de. Aşırı duyarlı olmanın bir sonucu kör bir duyarsızlığa sürüklenmek… Dünya yuvarlaktır hep sola doğru gidersen birden sağa geçersin der ya Octavio Paz, benimkisi de öyle bir şey işte, bir empatın bir narsise doğru savrulması. Şimdi bunları yazabiliyorsam yine de umut var bende, en azından durumuma dair bir farkındalık taşıyabiliyorum. Zor zamanlardayız; Bay Azrail sık sık geçiyor sokaklarımızdan. Bir yandan da kahkahalar gizli hayatın odalarında. Yaşanabilecek güzelliklerin kışkırtıcı çağrısını işitiyoruz. Şu an bulunduğum Türkiye’deki sahil kasabasına akın akın geliyor insanlar, yaşamaya geç kalındığı telaşı ile. Tanıdığımız ölülerin listesi çoğalırken başka anlamlarla yükleniyor hayat da… Bir yanda hışımla saldırıya geçmiş Thanotos diğer yanda Erotas. Okuyla yaralayan Eros değil sözünü ettiğim; ölüme karşı duran yaşam enerjisi…
Korku ve kaygı dünyayı öylesine ele geçirmiş ki son iki yıldır buna katlanamayıp derin uykulara doğru kaçmak istiyor yaralı varlıklarımız. Diğer yandan ise bütün algıları açan, insanı tetikte ve dinamik tutan bir atmosfer bu.
Bu puslu havalar her türlü hain komploya da olanak sağlıyor. Gaflet uykusuna dalmışları gördükçe ellerini ovuşturuyor kötülük. Hile, hurdaya uygun ortamlar bunlar.
Geçen yaz eve kapalıydık, bu yaz bir cesaret dışarıya attım kendimi pek çoklarınız gibi ama geçmiş yazlardan ne kadar farklı bir zaman dilimi bu. Kahkahaları bölen bir felaket haberi ulaşabiliyor her an.
Birkaç gündür zaman zaman öfkeli esen bir rüzgâr var buralarda. Poseidon imiş bu rüzgârın adı. Ağaç dallarının, yaprakların diliyle bir şey söylemeye çalışıyor sanki. O susunca cırcırlar devam ediyor doğa diyaloglarına, kedicik yanıma gelip miyavlıyor, birden kurbağa katılıyor senfoniye, sırası gelince de kuşlar. Zaman zaman içimde ağlayan birinin sesini işitiyorum. Sonra bitap düşmüş halde bir sevinçli vaade doğru yol alıyorum. Gün içinde bir sürpriz saklıyor olabilir mi? Öyle çok inanasım var ki buna.
Kendimi anlatırken belki sizi de anlatıyorumdur umuduyla yazıyorum bunları. Hani bir masa başı sohbetindeymişiz gibi. Belki içinizde ağlayan biri vardır sizin de ve bu gözyaşları buluşturur bizleri, yalnız değilmişiz diye seviniriz.
Geçmişte şu an yazımı yazmakta olduğum bu bahçede dolanan pek çok kişi artık yok. Dün gün batımını izlerken bir zamanlar aynı noktadan ufuktaki kızıl topa bakan Oruç Aruoba’yı düşündüm birden. Günbatımını izleyen bir felsefecinin neler geçer aklından? Bir gün kendi günbatımını yaşamak nasıl bir duygu?
Geçmişte hop diye atladığımız Yunan adaları ne kadar uzak şimdi diye geçirdim aklımdan sonra. Kalbi acıtan her şey anıları kıymetlendiriyor bir yandan da.
Bu bir kış uykusundan öte bir yaz mahmurluğu belki de, gözü kamaştıran güneşten kaçıp gölgelere sığınmak. Gölgeler kafasını karıştırır insanın bir yandan da, gölgelerin yok olduğu, her şeyin kendi rengini taşıdığı o alacakaranlık öncesi ana Tanrıların saati der Yunanlılar.
Şimdi bir sabah vakti, uzaktan bir horoz sesi, bir köpek havlaması geliyor. Yeni gün umut ışıltılarını saçıyor bahçeye. Kalbim hem ağır hem de dibe dalıp yukarıya fırlayıp birden hafifleyecek gibi. Hayattayım, sımsıkı tutunuyorum ona, yazımı yazıyorum. Dünyanın dört bucağında bazı sevdiklerim var ve kalbim iyiliği için çarpıyor onların. Rüzgâr yapraklarla konuşurken onaylıyor bunu. Dünya hala muhteşem bir yer. Yazımı bitirince yalnızlaşabilir, içimdeki yasa geri dönebilirim ama iyiyim yine de. Umarım iyisindir bu yazıyı okumakta olan sen de.