Bazı şairleri, yazarları okurken kafama takılan bir şey var. Tanıdığım kişiler bunlar. Birlikte geçirilen zamanlarda, yapılan sohbetlerde edinilen izlenimler söz konusu. Yaşam hikâyelerini, bugünkü yaşayış tarzlarını biliyorum. Şairle şiirini, yazarla metnini bir araya getirmekte güçlük çekiyorum. İnsan insanı tam tanıyamıyor tabii ki. Yaratıcılık oldukça karmaşık bir alan sonuçta… Bireyin karanlık alanları, ruhun labirentleri mevcut... Yine de bir kimlikler meselesi var… İstesek de istemesek de içine doğduğumuz ya da üzerimize giydirilen kimliklerimiz; yaşadığımız coğrafyalar, politik iklimler, ilişkiler ağı, kişisel tarihlerimiz söz konusu. İstesek de istemesek de, sonradan değiştirsek de bir toplumsal sınıfa doğmuşuz. Her durumda çocukluk hikâyemizi belirlemiş bu… Kentli, taşralı ya da köylü olmuşuzdur yaşamın bazı dönemlerinde. Sonradan alan değiştirsek de ailemizden miras kalan pratiklerini yaşamaktayızdır bunun. Bir ulus devlet içindeki azınlığa, minör edebiyata ya da bir ada halkına ait olabiliriz.
Bir şiiri, bir düzyazıyı okurken kafama takılan tam da bu işte… Doğulu bir yazar bir Batı Avrupalı gibi yazamaz mı yani diyeceksiniz? Kişisel tarihinde bunun ipuçları varsa neden olmasın? Hayat onu başka mecralara akıtmış; bir Batı Avrupalı olmuştur belki… Ama hiçbir Avrupa dilini konuşamayan, Avrupa’ya kısacık ziyaretler dışında adım atmamış birinden söz ediyor olabiliriz. Kuşkusuz ki yaptıkları okumalar da biçimlendiriyor insanların kimliklerini… Yine de sokakta, sofrada, ev içinde, gündelik hayat pratiklerinde Batı Avrupalı olmayan birisi Batı Avrupalı bir edebiyat dili kuruyorsa ( Bu oturmamış ve olmamış oluyor genelde zaten) burada bariz bir öykünme, ham ve tuhaf bir hal bulunma olasılığı oldukça yüksek değil midir?
Üstelik en içten olunması gereken alana bile yansıyabiliyor bu… Şairimiz günlük tutuyor mesela… Belli ki taşralı bir hayat içinden, onun pratiklerinden yazıyor. Cümleleri geçen yüzyılda yaşamış Batı Avrupalı yazarların cümlelerini anımsatıyor ama… Bazen de bir yüzyıl öncesinde ifade edilmiş, üzerinde çok konuşulup yazılmış, alanla ilgilenen hemen hemen herkesin malumu olmuş bazı saptamalar yeni ve kişisel keşiflermiş gibi sunulabiliyor. Bir yazarlık durumu değil de bir yazar edası takınma haline dönüşüyor bu… Bir yazarın, yazdıklarıyla hayatı arasındaki uçurumda kaybolabiliyoruz.
Çok yazılıyor ve çok kitap yayımlanıyor günümüzde. Sektörün kendisi bu yayınlarla ayakta duruyor çünkü… Bazı yayınevleri yazardan para alıp basıyor kitabını… Eskiden film ve müzik alanında yapıldığı gibi bir yazar yaratmak üzerine projeler oluşturuluyor. Ünlü bir yazar olmak, hayalleri süslüyor. Yazarlar için PR yapılıyor. Bir kitap daha piyasaya çıkmadan önce başlıyor tanıtımı… Algı yönetimiyle kitaba yönlendiriliyor okur. Yazarın imajını sağlamlaştıracak fotoğraflar boy gösteriyor medyada.
Dünyamız artık böyle bir dünya sonuçta denilebilir. Yazarın 20. Yüzyılın başlarında yazan biri gibi olmasını bekleyemeyiz. Bugünün yazarı diye bir olgu var. Bu kadar basit olabilir mi durum?
Edebiyatın en önemli özelliği zamana gösterdiği harika direnç değil midir? Yüzlerce yıl önce yazılmış metinler bugün hala güncelliğini koruyabiliyorsa “edebiyatın büyüsü” denen şeyi sağlayan bu değil midir?
Şu çok net ki sahici olan daha gönülden bir karşılık buluyor dünyada… Yalancının mumu da yanıyor tüm parlaklığıyla… Ama yatsıya kadar sürüyor bu.
Sonuçta pop şarkıları gibi popüler bir edebiyat da olacaktır. Hatta bunların bir kısmı türlerinin başarılı örnekleri olarak geleceğe kalabileceklerdir.
Olamamış olan olamamıştır sonuçta… Ne kadar pazarlansa, ambalajlanıp sunulsa da tadı, kokusu, kalitesi bellidir. Pop şarkıcılarının nasıl geniş bir tüketicisi varsa popüler edebiyatın da geniş bir okuru olabilir.
Diğer yanda ise dünyamızı değiştirebilen, hayata yeni pencereler açabilen dil ustalıklarıyla bizi büyüleyen, insanlık durumlarına ilişkin saptamalarıyla derinden sarsan yazarlar söz konusu. Zamanın acımasız yarışı içinde kıyıda köşede kalmış bir kısmı…
Çoğu yayıncının kapitalist bir patrona dönüştüğü, paranın edebiyatı satın aldığı bir dünyada önümüze “daha temiz yıkar” pazarlamasıyla sunulan metinler aslında kayan yıldızlar gibidirler. Kaydıkları ve parlak oldukları için gözümüz takılır onlara. Gerçek yıldızlar ise tüm parlaklıklarıyla hep göklerdedir.