Üniversiteli genç kızla, kendi istemleri üzerine yaptığımız, gündemini de kendilerinin belirlediği bir toplantıdan notlar sunmak istiyorum bu hafta size…
Hiç yorumsuz… Bunu onlar istedi… İsimlerinin gizli tutulmasını da… (Ben onlara sadece birer harf verdim isim olarak, onları kullanacağım…)
ANNELER VE KIZLARI…
- Benim, annemle çok ciddi sorunlarım var. Ona göre benim çok kusurlarım var ve her zaman da bunu yüzüme vuruyor. Ör. Sabah sabah yanına gidip de “Günaydın” dediğimde, bana “günaydın” yerine hemen bir eleştiri sunuyor: “Dün gece gene geç yattın. Üstelik makyajını da silmedin. Şu haline bak… Uykusuzluktan gözlerinin altı morarmış…”
Bir başka gün: “iyice hayalete benzedin; bırak o kilo vermeyi, o erkek havalarını. Saçını uzat, kıza benze…” Tepkimi bildiği için bunları sözde gülerek söylüyor ama benim tepemi attırıyor; ona aynı şekilde gülerek yanıt veremiyorum.
Üniversiteye gitmek, evin / annemin sıkıcı sorgulamalarından kurtulmak için acele ediyorum; bu kez de kapıda yakalıyor: “O saçının başının hali ne… Çok jöle sürmüşsün, saçların dökülecek…
“O pantolonun altına bu ayakkabılar giyilir mi hiç? Biraz allık sürseydin keşke, yüzüne renk gelirdi!” Allık sürdüğümde de “Bu ne hal kızım, sahneye mi çıkacaksın” vb. cümlelerden sonra evden çıkın çıkabilirseniz. Aynanın karşısına geçip, kendimi incelemeye başlıyorum, ‘bir tarafımda bir hata mı var?’ diye...
Annem bunları beni üzmek için değil iyiliğim için söylüyor ama gerçekten hoş olmuyor…
* * *
Ailece bir yere davetlisinizdir, mini etek giyersiniz, annenizle her göz göze gelişinizde size, düzgün oturmanız gerektiğine dair işaretler yapar durur…
Dalar gidersiniz, suratınız asılır ya da… Karşıdan kimseye çaktırmadan gülmenizi işaret ediyordur. Çay ya da pasta tabakları toplanırken, yine gözleriyle “yardım et” gibilerden bir şeyler söylemeye çalışır durur…
- Bize en iyisini göstermeye, iyi bir genç kız yetiştirmeye çalışıyorlar. Belki de, kendi yaptıkları hataları yapmamamız için üstümüze bu kadar düşüyorlar.
- Onların yetiştiği devirler şimdikinden farklıydı ama yine de “kız yetiştirmek” her devirde zor. Bu yüzden ben ileride evlendiğimde kız anası olmak istemiyorum.
- Bizim yaşadığımız da çok zor bir dönem aslında. Kendi kişiliğimizi bulmaya çalışıyoruz. Düşünce yapıları çok değişiyor. Bazı aileler, kızlarının hala erkek arkadaşlarıyla çıkmasına izin vermiyor…
Bu yüzden de, bu arkadaşlarımız hep gizli çıkıyorlar ve biraz can yoldaşı / dost, sırdaş olması gereken anneleriyle hiçbir şey paylaşmıyorlar.
- Bunda annelerin de hata payı var. En başından beri çocuklarına arkadaş gibi yaklaşmayıp, üzerlerinde otorite kurmaya çalıştıkları için, birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ondan sonra da büyük bir kopukluk yaşanıyor. Ne kızlar annelerini ne de anneler kızlarını tanıyorlar.
* * *
Biz bunların beş beterini yaşadık kızlar. Neredeyse annemizle bir ömür didiştik. Ama tüm genç kızlara şunu söylemek istiyorum: Mutlaka annenizle her şeyinizi… Sıkıntılarınızı, mutluluklarınızı paylaşın; çünkü sizi en iyi “O” tanıyor ve en çok da o yardımcı olabilir…
OKUL DENEN DE…
- Madem ki konu “anneden” açıldı, ben de annemle ilişkimizi anlatayım: Hatırlıyorum – bazılarını da annem hatırlatıyor – çok hızlı büyüyormuşum ama daha çok oyun oynamaya, avareliğe…
Bir gün ki elimden tutup her çocuk gibi okula götürmüşler, ilk kez sanki büyümem – o büyüme coşkusu – dumura uğramış. İlk üç hafta durmadan somurtmuş, ağlamış sonra da kendimi o çarkın içinde bulmuşum…
Benim en çok hatırladığım, durmadan çarpım cetveli ve bir türlü ardı arkası kesilmeyen isimler, tarihler ezberleme…
Sonra annemden dinledim, durumum onlara da endişe veriyormuş ki, ansızın okula geliyor ve yanaklarımdaki kurumuş gözyaşlarını görünce de çok huzursuz oluyormuş…
Beni zorlamıyor ama hep aynı noktaya çekiyormuş: “Neden yavrum, neden her çocuk gibi alışamıyorsun okula…”
Bir gün patlamışım: Okulda, derste hep “ezberleme” teneffüste de hep “dövüş” var. Zil çalıyor, teneffüse çıkıyoruz: Dövüş… Zil çalıyor içeriye giriyoruz: Dövüş… Dövüşmek yerine konuşamaz mıyız?
O günden sonra ailem, daha da endişe eder duruma girmişler. Bana söyledikleri ise hala aklımda: “Onlar sana vuruyorsa, sen de onlara vur. Sen onlardan zayıf değilsin. Ezdirme kendini…”
Benim yapabileceğim şeyler değildi söyledikleri. Vurmak, kırmak, burnunu patlatmak…
Bir gün dayanamadım ve patladım:
- Peki, yaptıkları sizce doğru mu? Ben de onlara karşılık verirsem, onlara benzemeyecek miyim? Ama ben, onlar gibi olmak istemiyorum. Okul böyle bir yerse ve çocuklar hep teneffüslerde dövüşecekler, derslerde de birbirlerini geçmeye çalışacaklarsa ben okula gitmek istemiyorum…
Önce şubemi değiştiler, sonra da okulumu ama olmadı… Pek bir şey değişmedi…
* * *
(…) Şimdi yetişmiş bir üniversite öğrencisisin… Peki, ne durumdasın?
- Geçen gün bir üniversite arkadaşımız tecavüze uğradı. Hala, onun şoku içindeyim. Beni çok etkileyen bir filmin CD’sini takıp yine izledim…
Her izleyişimde, aynı kareler çakılıp kalıyor belleğime: “Guguk kuşu”
Jack Nickolson’un da soruları vardı benim ve kim bilir kaç genç insanınki gibi: “Hangimiz akıllı, hangimiz deli? Biz içerdekiler mi? Peki ya dışarıdaki sizlere ne demeli? Değişen tek şey şiddetin rengi belki!..”
İki kişinin tatili, cani Karla Faye Tacker, idama gülümseyerek gitti (…) İnfazı izleyen TV muhabiri Karla’nın mutsuz görünmediğini, yüzünden gülümsemenin eksik olmadığını yazdı…
“Cam bölmenin bir yanında o, öte yanında ben. Bir el ayası, sıkıca yapışmış cama. ‘Hoşça kal’ diyor, biz geride kalanlara. Cam soğuk olmalı; ya da et sıcak… Buhar var cam ile et arasında, ‘biraz sonra ölecek olan insan, en çok neyi ister?’ gibi bir soru düşüyor aklıma…
‘Dokunmak’ olmalı, diyorum. Dokunmak… Sıcak olan ne varsa; bir kediye, gardiyana, sevgiliye ya da bir babaya!’ (…) Çocuk denecek yaşta, babasının cinsel tacizine uğrayan Karla, sekiz yaşında marihuanaya, on yaşında eroine başladı…”
Katillerle – masumları ayıran cam sınır hep böyle şeffaf bir cam parçası mıdır. Ya düş katilleri!!!
Dahası var… Baba Lawrence Tucker, kızının ölümünü seyretti, infaz odasında… Sonra çıktı… Belki yürüdü eve giderken, belki bir bara gidip iki tek attı sakinleşmek için… Belki, hiçbir şey hissetmedi.
Belki de yenilgisini ‘susarak’ yaşamayı yeğledi!!!