Elvan Şenkayalar
“Her gidiş, her yolculuk, kendi ‘ben’imin bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir” demiş Tezer Özlü. Bu iniş için, bazen bir yolculukta ‘gezen’ değil ‘giden’, turist değil ‘ben’im olabilmek, sürüden ayrılmak ve tek başına ‘ben’imle yürüyüp gitmek gerek.
Hayatın sen planlar yaparken başına gelenler olması, akışta olmak. Yolculuğun içselleşmesi ve içsel yolculuk. Yolculuğun varılacak yer değil yolun kendisi olması. Bunlar çoğunlukla kişisel gelişim öğretilerinden aşina olduğumuz soyut kavramlar. Seyahat ederken turist olmanın dışına çıkıp sadece kendimiz olarak, bu soyut kavramları yolun gerçekten yol olması halinde somut olarak deneyimlesek nasıl olurdu? ‘An’lamak, farkındalık; dıştan gidilen yolun, içten gidilen yolla iş birliğinin farkındalığı. Bir kültürden öğrenmek için ona dışardan bakmak yerine onun içine ‘inip’, şehrin kendisi, onun meydanı, köprüsü, binası, kaldırım taşı olsak. Rehberler, hazırladığımız listeler sussa ve sokaklar anlatsa yüz yıllar önce neler olduğunu orada. Bakmanın yerine dinlemeyi koysak, gönül gözüyle gözlemlesek. Yolu rahat bıraksak, o akıp gitse, biz ‘insek’.
Bundan yaklaşık 10 yıl önce Evanescence’in “Your Star” şarkısında adı geçen, ve dinler dinlemez aklıma düşen Lizbon, farklı bir hisle çekip durmuştu beni kendine yıllarca. Yıllarca beklemişti beni. Bazı şehirlerin bazı zamanları beklediğini, sizin artık değiştiğiniz, tüm kontrolü onların eline bırakabileceğiniz zamanlara ait olduğunu henüz bilmiyordum; Geçtiğiniz yolları, çıktığınız köprüleri, oturduğunuz meydanları iç görüyle görebildiğiniz zamanları. Hayatınızda o aşamaya geldiğinizin daha siz bile farkında değilken, şehirler bunu büyülü bir şekilde bilebiliyordu. “The mechanical lights of Lisbon, frightened it away” diyordu Amy Lee şarkıda. Böyle deyişler herzaman ilgimi çekmiştir. Lizbon’un mekanik ışıkları korkutuyor muydu gerçekten? Ya da belki de o sadece Amy Lee’nin iç dünyasıydı. İlk defa bir yolculuğa o kadar hazırlıksız, bilgisiz ve plansız çıkıyordum ki, bir tek ışıklara bile baksam yeterdi. Oysa ben öyle biri değildim ve ilk defa kendimi plan yapmaya zorlayamıyordum. Sanki ‘zorlamak’ artık buralarda yaşamıyordu.
Lizbon’daki telaşsız ilk sabahımda ağır ağır kahvemi içtikten sonra yürüyerek geçtiğim Rossio meydanından sola döner dönmez karşıma çıkan Martim Moniz’de büyük bir insan kalabalığı karşıladı beni. Adımlarım ürkekleşmişken birden duyduğum nostaljik bir çan sesiyle kalabalığın içine doğru akan tramvayı gördüm. O nasıl bir ‘Sevimli Sarı Şey’ di öyle? Ani bir refleks ve heyecanla adımlarım hızlandı. Tanıdık bir histi bu: ‘ilk görüşte aşk’ gibi. Koşmaya başladım; hani atlı karıncadan sıra kapmak için koşan çocuk şuursuzluğuyla, kalabalığı yararak koşar adım takip ettim durana kadar…çünkü aşk ayaklarını yerden keserdi. İlk ben binecektim, illa ki cam kenarına oturacaktım. Kalabalığın tramvay kuyruğu olduğunu, insanların kızgın bakışları arasında en sona kendimi attığımda algıladım. Utanmam gerekirdi ama aldırmadım…nasılsa aşkın gözü kördü. Tramvay her gelişinde, sırası gelen nereye denk gelirse oraya oturuyor, geriye kalanlar ayakta sıkışık durarak seyahat ediyor, kalanlar bir sonrakini bekliyordu. Peki benim sıram geldiğinde ben nereye denk gelecektim? En kötü ihtimalle aradan sıyrılacak, yaşlı ve hamilelere yer vermeyecek, gerekirse onlara şarkıdan bahsedecek ve onlar da bana anlayış gösterecekti; en öne, cam kenarına ben oturacaktım! Tam önümdeki insanları saymaya başlamışken birden beni sınamak için geri gelen bu kontrol güdüsünden silktim kendimi. Zorlasam yaka paça atarlarmıydı ki beni? Zaten yapamazdım ki. Zorlamasam cam kenarı düşmezmiydi? Olsundu, tekrar sıraya girerdim…kesinlikle aşk vazgeçmemekti.
Gerçekte saf tutkuların çabasız gerçekleşme gibi bir huyu vardır. Biraz nefesinizi tutmanız gerekebilir sadece. Ben de içimde verdiğim tüm çabayı bir anda bırakıp nefesimi tuttum sıra bana yaklaşırken. En öndeki cam kenarına oturacak şekilde kendiliğinden sıra bana geldiğinde de bir kez daha öğrendim; elinizden geleni yapıp bıraktığınızda olurdu gönlünüzden geçen. Kendi heyecanlarıma, yersiz kaygılarıma gülümsedim, küçük şeyleri büyük yaşama sevdamın yorgunluğuna sarılıp oturdum camın kenarına. Gerçekten de Fernando Pessoa’nın dediği gibi ‘yolculuklar yolcuların kendisiydi’ diye düşündüm ve gerçekten de 28 numaralı tramvayın seyahatinden keyif almanız için cam kenarına oturmanız gerekirdi.
Lizbon’un 1930’lardan kalma simgesidir nostaljik 28 numaralı tramvay. Sevimli Sarı Şey’dir. En önemli ve özgün bölgeleri Graca, Alfama, Baixa ve Estrela’dan geçerken 34 durakta durup kalkar ve bir günde size Lizbon’un esansını tatdırır bu eski toprak. O kadar eskidir ki yedi tepe üzerine kurulmuş bu şehrin dik yokuşlarını çıkarken can çekiştiğini hisseder, “çok yoruldu” diye hayıflanırdınız. Lizbon topoğrafyasında günümüzde bile hala en iyi ulaşım aracı olarak kullanılır tramvaylar. Oysa ki müzeliktirler. O yüzden bu Sevimli Sarı Şey’den geçtiyseydiniz çok şanslıydınız. Böyle şeyleri seviyorum ben şehirlede; oraya özgünlüğü, küçük şeylerini, kendine ait olanlarını, cam kenarlarını, kapı önlerini, eskimiş, yara almış yerlerini, şehir efsanelerini, nostaljisini, melankolisini; onları görmekten çok yaşamayı seviyorum. Yaşayınca şehir kadar kendimi de keşfediyorum, ‘iniyorum’. Anlam arayarak, anlam yükleyerek yeni şeyler öğreniyorum farklı kültürlerden. Kendimden de bir şeyler katarak devam ediyorum sonra yoluma. Birden kendimi bulduğum bu yol kadar, ‘ben’imde de keşfedeceğim bir şeyler olmalıydı. Yavaşça geçtiğim Lizbon mahallelerinin eskimişliği, değişmemişliği, evlerin birbirine yakınlığı, kendine has duruşu, bir kültürü yitirerek yaşamanın kaygısını silip alıyordu yüreğimden. Sanırım oralarda aradığım tam da buydu. O yüzden tüm yolu çektim içime. Tramvayın zar zor kaldırdığım ve kilitlendiğinden emin olamadığım yukarıya sürülen eski ahşap çerçeveli penceresinden başımı dışarı çıkarıp, esintiye saçlarımı dağıtsın diye izin verdim. İnşallah bu sürgülü eskimiş pencere ansızın kayıp da başıma düşmezdi! Tramvayın çan sesi, engebeli ve dik yokuşlu yolun sarsıntısı, oturduğum ahşap koltuğun gıcırtısı bu şehirle ilgili çok şey anlatıyordu bana. Bazen öyle daracık sokaklardan geçiyordu ki tramvay yolu, kolumu uzatıp komşu evin duvarındaki soyulmuş sarı renkli boyadan koparmamak, balkonundan çamaşırını çekip almamak için zor tutuyordum kendimi; hatıra kalırdı!
Alfama bölgesinde inmek istiyordum. São Jorge Kalesi ile Tejo Nehri arasındaki yokuşta kurulmuş en eski mahallesidir Lizbon’un, Gettosudur. 1755 Lizbon depremine en çok o dayanıp, dar ve tarihi sokaklarını koruyabilmiş bu yürekli mahalle neredeydi peki? Bu 34 duraktan hangileri ona aitti? Ne haritam ne de bilgim vardı ve cam kenarında oturmaktan başka plan yapmamıştım ki ben. Hiçbir işaret bana nerede durduğumuza dair bir ipucu vermiyordu ya da ben göremiyordum. Duraklar geçtikçe içimi saran bu endişe pencere başıma düşecek endişesini unutturuverdi. Bilemediğimden endişeyi bıraktım ve bir karar verdim. Tramvay saatler sonra tüm turu tamamlayıp durağa geri döndüğünde inecek ve o sıraya tekrar girip bu yola tekrar çıkacak, ilk seferden içime sinen yerde inecektim, artık bahtıma çıkan yer neresi olursaydı. Kimseye sormayacak, asla taksiyle oraya gitmeyecek, bu yolun beni götürdüğü yere razı olacaktım. Bu zahmete gönül rahatlığıyla kabul verdim. Ancak tramvay başladığı yere geri dönmek yerine, çok uzaklarda bir yerde yolculuğa son verdi. O an yaşadığım hayal kırıklığıyla yeni çareler aramaya başladığımda, Sevimli Sarı Şey’in biraz dinlenmesine izin verirsem tekrar yerime oturup ayni yolu zahmetsizce geri dönerek, istediğim yerde inebilirmişim diye yetişti imdadıma ‘tramvaycı başı’. En zorunu göze alınca kolaylaşıyormuş herşey kendiliğinden. Çözüm, çözümsüzlüğün içinde sunulabiliyormuş sana; bazen bir yolun sonuna gelsen bile.
Yüksek tepesinden aşağı görünen nehir manzarası, birbiri üzerine geçmiş evlerin çatıları ve daracık sokakları ile, daha ilk geçişimde çağırmıştı beni inmeye karar verdiğim tepedeki bu durak. Tepe daracık ve karanlık sokaklarla daha da yukarıya tırmanıyor, bir o kadar da aşağı iniyordu. Nerede olduğumu merak bile etmeden sokakların en karanlık olanına doğru yürüdüm. Turist gezdiren Tuk Tuk sürücüsü yarım ingilizcesiyle onlara rehberlik ediyor, yanımdan geçerlerken bağıra bağıra anlatıyordu: “Bu görmüş olduğunuz sokak, tipik bir Alfama sokağıdır”. Ve işte, yine içindeydim istediğim şeyin; olmamasına da razı geldiğim, olmama halinde hislerimin bana gösterdiği yolda güvenip gittiğim ihtimalin, ‘inişin’, beni istediğim yere getirişinin baş kahramanıydım. Alfama’daydım. Biraz manzarasını dinlediğim, sonradan Santa Luzia seyir terası olduğunu öğrendiğim o tepeden, bir yukarıya, bir aşağıya doğru bıraktım kendimi sokaklarına. Haritasız çıktığım bu gezintide yollar ve ben o kadar dolambaçlı ve dağınıktık ki bir yerden sonra geri dönüş için kendime koyduğum referans noktalarını kaybettim. Günün sonunda indiğim durağa geri dönmeliydim. Orayı bulamayacak kadar kaybolduğum hissiyle birlikte gelmesi gereken endişe, bu defa barınamadı içimde. Yön ve yol bulmak konusundaki zayıflığımdan dolayı hep temkinli dolaşan, kaybolacağımı hissettiğim an paniklediğim onca seyahat deneyimimden sonra, ilk defa kendimi tamamen akışa bırakabilmeyi Alfama sokakları öğretecekti bana. Öğretmesine izin verdim. Şehirle o kadar bir bütün olmuştum ki ihtiyacım olan tek haritanın içgüdülerim olduğunu sonradan anlayacaktım. Sadece yolun tadını çıkarmaya karar verdim, sanki ne varacak bir yer, ne de geri dönmek diye bir kavram yokmuş gibi. Bu öğretiyi çokça duymuştum ama bunu yaşamaya izin vermek daha cazipti.
Cephelerinde dökülen yerlerine yeni ve yapmacık olanları konulmamış, yerel mimarinin en önemli öğesi olan çini fayanslarla kaplı, yer yer soyulmuş rengarenk boyalı sırt sırta binalar, böyle kendi hallerinden çok memnun görünüyorlardı; onları örnek aldım. Evleri, hayatları birbirlerine bağlayan daracık sokakları, binaların iç bahçesiymiş gibi küçücük meydanlar barındıran ara mahalleleri, dik yokuşlu, keskin virajlı, taş merdivenli, kah kalabalık, kah ıssız ara yolları adım adım dolaştım. Kontrolsüz bir yürüyüştü benimki; kayboluş ve buna ilk boşverişimdi. Yeni su serpilip süpürülmüş kapı eşiklerinden bir serinlik alıp geçtim önlerinden. Yarı aralanmış, dantel perdelerin uçuştuğu pencerelerden sokağa savrulan Fado müziklerine kulak kabartıp içlendim arada. Denizci olan sevdiklerini uğurladıkları ve umutla beklerken geri dönmedikleri zaman 19. Yüzyıl Portekiz kadınlarının denizlere yaktıkları ağıtlardan türemiş, Portekiz folklorik müziği olan Fado hala dinleniyor buralarda, savruluyor pencerelerden. Bir de tüm hararetiyle bağırarak konuşan mahalle kadınlarının sesleri. Acıkınca bir öğünlük yemeği küçük öğünler halinde dört farklı mekana böldüm. Ara sokaklardaki küçücük, köhne, kimsenin yüz vermediği restaurantları seçip düşünmeden oturdum. En iyinin onlar olduğundan emindim, çünkü özgüven sessizdi. Lizbon’daysanız mutlaka deniz ürünlü bir çeşit tapasla bir kadeh portekiz şarabının tadına bakmalıydınız. Öyle yaptım. Kalktım, biraz dolaşıp diğer sokaktaki başka bir yerde başka bir çeşit, ve sonra bir daha, bir daha. En sonuncusu, üç Portekizli kadının pişirip kurtardığı yerin, üzerine el işi dantel serilmiş demir masalı daracık kapı önüydü. Duvara dayalı sandalyede oturan, komşu olduğu her halinden belli yaşlı kadınla bağrışarak gülüşüp şakalaşıyordu siparişi alacak olan kadın. Üreten, güçlü ve kahkahalarla gülen kadınlar değiştirecekti bu dünyayı. Ne yazdığını anlamadığım menüden, hiçbir şey sormadan tesadüfen bir tanesini işaret ettim; merakla ne çıkacak diye bekledim. “Vinho tinto’ dedim bir de. Sanırım kırmızı şarap demesini her dilde biliyorum. Saatlerce kendi halindeki bu mekanların, yerel lezzetlerin, şarapların, fadoların, sokaktan geçenlerin, hararetli konuşmaların tınısının, duvarların, masa örtülerinin, bu kültür hakkında ihtiyacım olan tüm bilgiyi alacak kadar sindirerek çıkardım tadını. Yemek yemenin sadece karın doyurmakla ilgisi olmadığını böyle zamanlarda bir kez daha özümsüyorum. ‘Tercih edilen’ restaurantların önünden geçerken de akşama canlı Fado programlarının reklamını yapan, ısrarcı Portekiz’lilerden broşürlerini büyük bir nezaketle aldım. Uzun uzun programlarının detaylarını sordum, ve hepsine akşama dinlemek için geleceğime dair söz verdim, gidemeyeceğimi bildiğim halde. İnsanın aşık olunca yerine getiremeyeceği sözler vermesi de böyle bir şey olsa gerek dedim sonra; anlayış gösterdim. Bir sokağın kenarında rastlayıp fotoğraflarını çektiğim Portekiz’in meşhur vişne likörü Ginjinha satan teyzecik çekmeyeyim diye bana kızarken, ona kahkahalarla gülen yaşlı adam artırdı yaşama sevincimi. Bir shot Ginjinha’nın tadına baktım, teyzeciğin gönlü oldu. Yürüdükçe mahallenin değişen dokusundan bölgenin dışına çıktığımı, yanmaya başlayan sokak lambalarından ise geri dönme zamanımın geldiğini farkettim. Neredeydim ve ne yapacaktım? İçgüdüsel olarak çeşitli köşelerden dönüyor, nehri görürsem indiğim durağı bulabileceğimi kaygısızca telkin ediyordum kendime. Nehri tabi ki de göremedim! Ama en son döndüğüm köşeden gördüğüm büyük meydan, “akışa bıraktım, iyi halt ettim!” diye iç kritiğimin beni sınamasına ramak kalmadan, çok tanıdık geldi. Martim Moniz? Evet Martim Moniz! Bulmaya çalıştığım duraktan tramvayı alıp geri dönmem gereken, sabah bindiğim ilk durağın olduğu meydan. Ne kadar yürümüş, nasıl gelebilmiştim buraya tesadüfen, sadece içgüdülerimi dinleyerek? Korkmayıp güvenerek. Tramvay durağını ararken tramvaya gerek kalmadan varacağım yere kendiliğimden yürüyerek gelmek? Başımı gökyüzüne kaldırıp hayret ettim. Bugün döndüğüm her köşe olmam gereken yeri çıkardı karşıma, olmam gerekeni oldum; benimle ve içimle birlikte akıp gitti bütün bir gün.
Lizbon’daki bu bir günlük yolculuk, göstermişti bana içimdeki kaygıların yerine koyabileceğim başka hazineler de olduğunu. Somut bir şekilde öğretmişti bana; “bir, çok istediğinde bir de yolunu kaybettiğinde ‘kaygılanmadığın an’ varacaksın gideceğin yere. Ya da vardığın yer istediğin yerden çok daha iyi olacak”. Bu, içimizdeki gidişlerimiz için de geçerliydi. Yolculuk en güzel kişisel yaşam öğretisiydi, Tezer Özlü’nün de dediği gibi: ben’inin bilinmeyenine doğru, bilmek için bir inişti.