Bir zamanlar Aynikola’da yaşananlar... 2

Sevgül Uludağ

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

1974’te Aynikola’da kurşuna dizilmek üzere duvara dizilen 13 kişi arasında bulunan Mehmet Birinci, Aynikola’dan ve civar köylerden trajik ve komik hatıralarını yazdı...

Değerli arkadaşımız Mehmet Birinci, bir zamanlar Aynikola köyünde yaşananları kaleme aldı... Gerek 1974’te savaş esnasında Aynikola’da yaşadıklarını, gerekse köyünün ve köylülerinin diğer Kıbrıslırum köyleriyle ilişkilerini yanıstan örnekleri de kaleme alan Mehmet Birinci, bizimle zaman zaman trajik, zaman zaman komik hatıralarını paylaştı...
1974’te son anda kurşuna dizilmekten kurtulan Mehmet Birinci’ye hatıralarını kaleme aldığı ve bizimle paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz...
Mehmet Birinci, devamla şöyle yazıyor: 


“GİTME DA YERİMİZİ BELLİ EDECEN!”
Tekrar “mevzi”ye döndüm. Ama hızımı alamamıştım. Mehmet amcaya, “Çıkıp bir etrafa bakayım, keşif yapayım” dedim. Asıl niyet, bulunduğum nokjtadan göremediğim kızları görebilmek için daha yukarılara tırmanmak. 
O an Mehmet amca bana, “A Mehmedim, a oğlum, gitme da yerimizi belli edecen” dedi. 
Sesi hala aynı tonda kulaklarımda! Ama kim dinler...
“Ne belli etmesi be Mehmet amca. Görmen galiba, etrafta insan yok, in cin top oynar. Burada olay çıkmaz, merak etme” dedim.
Tabii Mehmet amca haklı çıkmıştı. O olaydan sonra bana kim bir nasihat, öğüt verirse, inanmasam bile önce “acaba haklılık payı var mı?” diye bir akıl süzgecimden geçirir, sonra ne yapacağıma karar veririm. 
Bizim bulunduğumuz mevki, köyün üzerinde bulunduğu Laona tepesinin zirve noktasının altındaydı. 
Limasol’dan köyümüze gelen anayol üstümüzden geçiyordu. Ama gerçekten de görünürde kimse yoktu. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
Tekrar ofdonun altına indim ve bu sefer de aşağıya havuza yürüdüm. 
Bir de baktım, köylülerimizin, kabına sığmayan çok hareketli biri olduğu için “Deli Ratip” lakabıyla çağırdığı Ratip abi, bizim olduğumuz bölgeden köye doğru asfaltta koşarcasına ama topallayarak yürür.

“YARIM SAAT GEÇMEDEN SİLAHLAR PATLADI!”
“Noldun be Ratip abi da topallan?” diye sorduğumda, “Cevala’dan gelirim. Ormanda Rum askerleri önümü kesmeye çalıştı. Beni durdurmak istediler ama durmadım. Arkamdan ateş ettiler, ayağımdan vurdular beni” dedi.
Böylelikle Rum askerlerinin çok yakınımızda olduğunu, hatta birimizi de vurduklarını öğrenmiş oldum.
Nitekim aradan yarım saat bile geçmeden karşılıklı olarak silahlar patladı.
Bizim olduğumuz mevkiyi salağın biri belli ettiği için (!) üzerimize yağmur yağar gibi kurşun yağıyordu.
Dallarında goruk halindeki üzümlere çarpan mermiler, üzüm sularını üzerimize sıçratıyordu.
Ben ilk anda vurulduğumu sanıp ağlamaya başladım! 
Mehmet amca, “Sin da gal ofdonun altında da üzüm suyudur, vurulmadın” diyerek beni sakinleştirdi.
Doğrusu çok korkmuştum.
Bir halk tabiriyle “g...mde b...k peksemet kesilmişti”! Allahtan Rumlar da herhalde zayiat vermek istemedikleri için, bir de Deli Ratip onlara “Köyde Mehmetçikler var, gelmeyin” demiş, inandıklarından mıdır nedir, taarruz etmeden bulundukları yerden ateş açmakla yetindiler.
Aslında taarruz eteseler yarım saatte köyü ele geçirirlerdi diye düşünüyorum.
Mesela bizim 9 kişilik mangadan, ben ve Mehmet amcanın dışındakilerin yerinde yeller esiyordu.

“VELİ ABİNİN CESARETİ...”
Ama köyümüzde bir deli daha vardı. Mesleği makinistlik olan Veli abi, çok cesur bir gençti. O da yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı...
Köylülerden duyduğum kadarıyla A4 makineli tüfeği mevziden mevziye taşıyarak, farklı noktalardan darbe atışları yapmış ve RMMO’nun ilerlemesini uzun süre engellemişti.
Ben şahsen tanık omadım buna çünkü bizim bulunduğumuz mevkiden uzaktaydı Veli abi. 
Ama görgü tanıklarının anlattıklarına inanmamam için bir neden yok.
Ortalık kararınca Mehmet amcaya evde nenemin yanında bulunan kardeşlerimi merak ettiğimi, ayrıca çok da korktuğumu, eve gitmek istediğimi söyledim. Hiç itiraz etmedi. Yalnız ayağa kalkmadan, bağların içinden alçak sürünme pozisyonunda, yerde sürüklenerek yola inmemi tavsiye etti. Dediği gibi yaptım. Yılanlardan çok korktuğum için, ömrümde yanımda köyden bir arkadaş olmadan bağa girmeyen ben, o gece bağların içinde, guzubaların altından yılanlar gibi sürünerek yola indim.
Yola inince karşımda Sami’yi gördüm.
O da bulunduğu mevkiyi terk etmiş, eve gidiyordu. Belinde de iki adet el bombası asılıydı.

“KIRMIZI BİR IŞIK GÖRDÜK...”
Ayışığı vardı. Ayışığında bu bombalar mı parladı, nolduysa ansızın kırmızı bir ışık gördük.
Henüz askere de gitmemiş olduğumuz için bu konularda bilgili değildik.
Sonradan o kırmızı ışığın bir aydınlatma fişeği olduğunu anladım.
Kırmızı ışığı gördüğümüz anda Sami can havliyle bana “Mehmet dal!” dedi ve ikimiz birden yolun belki iki metre altında, Kamuşluk havuzunun etrafındaki azganların, deve dikenlerinin içine suya dalar gibi balıklama daldık. Can havli dedikleri bu olsa gerek!
Dalmamızla birlikte asfaltın üzeri makineli bir tüfekten çıkan kurşunlarla tarandı. Sonrasında hiç yola çıkmadan, formoza ve elma bahçelerinin içinden, araziden nenemin evine geldik.
Nenemin evi, köyün en merkezi yerindeydi.

“KÖYÜN YARISI NENEMİN EVİNDE TOPLANDIYDI...”
Köylünün en az yarısı nenemin evinde toplanmıştı. Nereden baksan, evin içinde ve havluda 300’e yakın insan vardı. Silah sesleri sabaha kadar aralıklarla devam etti.
Sabahtan evimize daha gelenler oldu. 
En son saat öğleden sonra 4 civarında köyümüzün çok sevilen, sempatik insanlarından Havvaba geldi.
Havvaba’nın evi köyün camisinin yakınlarında idi.
“Amanın be çocuklar da Rum askerleri camiye indiler, bizimkiler gaçtı. Buraya geliyorlar anam da napacayık” diye feryat ediyordu.
Bu arada o kalabalığın içinde dört yaşlarında bir kız çocuğu, sarı saççıklarını eline alarak, “Ama düğün var? Bana da bir aynacık verin darayım saçlarımı” diye arzı endam ediyordu. Tam trajikomik bir durumdaydık.
O küçücük kız çocuğu ne kadar da masumdu ama ne kadar da ölüme yakındı.
Ben önce yatağın altına saklanmayı düşündüm. 
Köyümüzün çobanlarından kasap Mustafa Kemal eniştenin oğlu Neşet yeğenimi de yanıma aldım.
Ona, “Neğet yeğenim sen bu bölgede ormanları, araziyi iyi bilin değil mi?” diye sordum.
Neşet, “Bilirim ya” diye cevap verdi.
“Bak Neşet” dedim, “evin içi tıka basa insan dolu. Rumla bu eve girerken filmlerdeki gibi mutlaka otomatik silahla tarayarak girecekler. Ama kurşunlar bize gelene kadar en az beş-altı insanı delip geçmesi gerekir. Şansımız varsa yaralı, hatta yaralanmadan kurtuluruz. Ölü numarası yapıp bekleriz. Ya BM Barış Gücü gelir bizi gurtarır, ya da seninle dağdan kaçacayık, İngiliz üslerine!”
Neşet bu plana ne kadar inandı bilemem ama planımı teyit etmesi beni biraz olsun teselli etti.
Altına girdiğim yatağın üstünde kardeşlerim Ertan ile Hasan oturuyordu. Hasan henüz dört yaşındaydı ve pek birşey anlamamıştı.
Ama Ertan 9 yaşındaydı. O birşeylerin farkındaydı ve korkuyordu.
Bir türlü beni dinleyip yatağın altına gelmediler.
Onları koruyamamış olmak beni vicdanen rahatsız etti.
Plan değiştirdim ve yatağın altından çıktım.
Artık olayın sonuna çok yaklaştığımızı hissediyordum. Bu işin içinden sağ salim çıkacaktık ya da ölümüz çıkacaktı.
Evin içinde 300 küsur insan vardı.
Bir önlem alınmazsa katliam olabilirdi.
Benim aklıma kapıya teslim bayrağı niyetine beyaz çarşaf asmak geldi. 

“NİHAYET DEDEMİ İKNA EDEBİLDİM...”
Ama evde bulunan erkeklerin hiçbiri bu önerime yanaşmıyordu. E Türk teslim olmaz palavraları ile büyümüşüz! Ama ben teslim olmamızı istiyordum. Önerimi kimseye kabul ettiremeyince artık sesim ağlamaklı çıkmaya başlamıştı.
Çünkü sonumuzdan endişeliydim.
En nihayet dedem ikna oldu.
Bana, “Git nenene söyle sana bir beyaz çarşaf versin da getir” dedi.
Nenemden çarşafı aldım ve dedemle beraber evin kapısının önüne çıkarak çarşafı asmaya çalışıyorduk ki Rum askerlerinin yoldan geçtiğini gördük. 
Sırtı bize dönük olan Rum askerlerine, dedem gayet soğukkanlı bir şekilde seslendi; “Re bethia...” (“Be çocuklar...”)
Rum askerleri hemen bize doğru dönerek silahlarını üzerimize çevirdiler.
Dedem ikinci bir soğukkanlı hareketle onlara “Me fuaste...” (“Korkmayın”) diyerek boş ellerini açarak silahsız olduğumuzu gösterdi. Askerler yanımıza geldi.

“KADINLARIMIZ PANİK İÇİNDE AĞLAMAKTAYDILAR...”
Ellerimizi havaya kaldırmamızı emrettiler. Evdeki herkesi teslim alarak evin dışına çıkararak köydeki polis karakolunun avlusuna götürdüler. Ben polis karakoluna doğru yürümeye başladığımız andan itibaren adeta barış olmuş gibi rahatlamış, bütün korkum üzerimden kalkmıştı. 
Ama özellikle kadınlarımız panik içinde ağlamaktaydılar.
Bu arada Rumlar köye girerken, köy girişindeki evlerinde oturan çok yaşlı bir karı-kocayı, Şemşinur abla ile gözleri görmeyen kocasını vurarak öldürdüler. İkisi de 90’lı yaşlarındaydı. 
Oradan az daha aşağıya inerken de tavanına A4 mevzisi kurduğumuz eve yakın bir evde oturan Osman abiyi de vurdular. Denildiğine göre Osman abi yatağın altında saklanıyormuş. Muhtemelen evi aramaya giren Rum askerleri yatağın altında birinin varlığını fark ederek, biraz da kendi canlarını korumak kaygısıyla ateş ederek vurmuş olmalılar Osman abiyi. Osman abi, 50’liğ yaşlarında, ortayaşlı ve çok efendi bir insandı. Yani köyümüz 21 Temmuz günü, üç şehit vermiş oldu.

“EVLERDEN HIRSIZLIK YAPIYORLARDI...”
Köye giren RMMO askerleri, tüm halkı, kadın, erkek, çoluk çocuk, köyümüzde bulunan polis karakolunun avlusunda topladılar. Mücahit üniformasıyla ele geçirdikleri Hulus adlı köylümüzü çok fena dövdüler. Bir ara polis karakolunda asılı bulunan Atatürk ve Dr. Fazıl Küçük’ün resimlerine otomatik tüfekle ateş açtılar. 
Karakolun avlusunda bulunduğumuz sırada, köylülerden biri evlere giren RMMO askerlerinin hrısızlık yaptıklarından şikayet etti.
Bunun üzerine Mustakas askerlerine evlerden herhangi bir şey alıp almadıklarını sordu. Kimseden ses çıkmayınca bir kaç tanesini yanına çağırıp yokladı. 
Üstünden çalıntı eşya çıkanları dövünce, geriye kalanlar da evlerden topladıklarını ortaya konan bir masa üzerine bıraktılar.

“KÖYDE KALMAMIZA KARAR VERİLMİŞTİ...”
Daha sonra ortam iyice sakinleşince ve Niyazi efendi ile yaptığı görüş alışverişinden sonra Mustakas, köyümüzden hiç kimseyi Baf veya Leymosun esir kamplarına göndermedi. Hepimiz evlerimizde kaldık. Zaten köyde eli silah tutan kimse kalmamıştı. Mücahitler Ayyanni köyüne kaçmışlardı. Köyün düşmesinden bir gün sonra yani 22 Temmuz günü, RMMO komutanı Mustakas, köyün ileri gelenleri dedemin kahvesinde topladı. Amacı bize kötülük yapma niyetinde olmadığını anlatarak biraz da köy girişinde öldürdükleri üç savunmasız ve yaşlı insan için günah çıkartmaktı. Bize önce Ratip ile mesaj göndermeye çalıştığını anlattı. 
“İstesek onu vurabilirdik ama niyetimiz öldürmek değildi, durdurabilmek için ayağından vurduk ama gene da kaçtı” dedi.
Daha sonra A4 mevzisinin yapılığını izlediklerini, isteseler mevziyi yapanları da keklik gibi avlayabileceklerini anlattı.
En sonunda da “Kamuşluk’ta biriniz tepeye doğru üstümüze geliyordu. 50 adım daha atsa, kucağımıza düşecekti. İstesek onu da vururduk ama yapmadık” demez mi?! Ben oturduğum yerde sarardım. Bir de beni tanırlarsa, o askerim ben olduğumu anlarlarsa b...u yerim düşüncesiyle dedemin kahvesinin duvarından aşağı, yola doğru kendimi bıraktım ve duvarın dibinden yürüyerek nenemin evine kaçtım.
Birinci harekat ile ikinci harekat arasındaki dönemde köyde rahat idik.
Ben sürekli yeğenim Pembe Esentepeli’nin evine gidiyor ve öğretmen olan babasının kitaplığından seçtiğim kitapları okuyordum. Mesela bu dönemde Yaşar Kemal’in iki ciltlik İnce Memed’lerini, Fakir Baykurt’un Tırpan’ını ve Aziz Nesin’in mizah kitaplarından bazılarını okuduğumu hatırlıyorum.
Günler böyle geçiyordu.

“NAZEMİN HALAMIN CEHİZLERİ...”
Bu arada dedemin Meletse bölgesinde, yani köyün en üst kısımında, yüksek bir mevkideki bağ evini Rum askerleri köye giriş ve çıkışların kontrol edildiği bir nizamiyeye çevirmişlerdi. Nenem de benden sadece 20 gün büyük olan Nazemin halama ait bazı çeyiz eşyacıklarının o bağ evinde olduğunu söyleyerek dedemden bu eşyaları gidip almasını istedi. Dedem de kendisine yardımcı olmam için beni de yanına aldı.
Meletse’ye çıktık. Bizim bağ evinde bulunması gereken Rum askerini ortalarda görmedik. Meğer herif karşıki tepecikte, 20 metre mesafede, badem ağacının altında şekerleme yapıyormuş. Farketmedik. Bağ evine önce dedem girdi. Yerde köşede duran mukavva kutuyu aldı. Diğerini de benim almamı söyledi. Dedem kendi aldıklarını kasa kasa Bedford kamyonetine yüklerken, ben de elimdeki karton kutuyla tam kapıdan çıkıyordum ki iki el silah patladı! Bir kurşun, sol kulağımı yalayarak geçti. Sıcaklığını hissettim. Diğeri de sağ yanağıma yakın geçti.

“ARKAMIZDAN İKİ EL ATEŞ ETTİ...”
Elimdeki kartonu bıraktığım gibi neredeyse iki metreye yakın yüksekliği bulunan kamyonetin arka kasasına, bizim yüksek atlamacı Mustafa Siyami’yi bile kıskandıracak bir atlayışla ve tabii can havliyle balıklama daldım. Bu arada dedem de “Mehmet gir içine gaçalım!” diye bağırıyordu. Kamyonet iniş aşağı bir pozisyonda olduğu için dedem motoru bile çalıştırmadan freewheel saldı kamyoneti yokuştan aşağa. Urum oğlu arkamızdan iki el daha ateş etti ve arka lastiklerimizin ikisini de patlattı. O kısa mesafeden beni nasıl vuramadığına hala hem hayret eder, hem de her aklıma geldiğinde dehşete kapılırım. Bence acemi değildi. Çok iyi nişancıydı ve korkutmak için attı.
Kamyonetin lastiklerini vurabilen askerin, beni 20 metre mesafeden vuramaması, olacak iş değildi!
Bu olayın dışında bir de RMMO askerleri arasında topal bir er vardı. Çok fena bir karakteri vardı. Adeta birilerimizi öldürmek için mazeret arıyor gibiydi. Sürekli eli silahının tetiğinde gezerdi.
Bir gün, bazı arkadaşlarla bizi köydeki hanay kahvenin balkonunda otururken gördü ve silahını üstümüze doğrultup yarım saat oradan ayrılmamıza izin vermedi.
Onu gördüğümüz zaman korkutan adeta tahın s...dık! Allahtan bu pis huyu, yanlışlıkla bir başka asker arkadaşını yaralamasına yol açtı ve köyümüzdeki birlikten uzaklaştırıldı.

DEVAM EDECEK