Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının devamı şöyle:
ORNUDALI HÜSEYİN DAYI’NIN BAHÇESİ…
Mahallemizde bir de kocaman bahçe vardı. Ornudalı Hüseyin Dayı’nın bahçesi çok büyük, kocaman bir bahçeydi. İçinde dolap kuyusu vardı. Kocaman bir eşek, gözleri kapatılmış, durmadan kuyunun etrafında döner ve kuyudan su çıkarırdı. Hüseyin dayının karısı Şerif aba, çocukları çok sever, onlara bazan meyve ve yiyecek verirdi. Büyük kızı Melek hanım evlenmiş ve mahallede başka bir eve taşınmıştı. Büyük oğlu Mehmet liseye gider ve aynı zamanda keman dersi alır ve çalardı. İkinci kızı Hıfsiye, Fattuş ablamın yaşıtıydı. Bir de Salih vardı. Daha küçükleri ikiz oğlanlar, biri Niyazi, biri Enver, bir tanesinin ayağı biraz aksardı. Onlardan başka Hüseyin dayının ilk karısından biri Dilsiz Mustafa, hiç konuşamazdı ve diğeri Tat Hasan dedikleri iki oğlu vardı. Mustafa kunturacı ve Hasan da yapıcıydı. Niyazi ve ikiz kardeşi Enver kunturacı çırağıydılar. Hüseyin dayının bahçesine ablam Fattuş’la giderdik. Hıfziye üzüm, incir, dut gokkosu dediğimiz yemişlerden toplar, bize verirdi. Bahçede bir ayak, köşe kapmaca, saklambaç oynar, çok güzel vakit geçirirdik. Sonra eve giderdik. Hıfziye genç yaşta hastalanmış ve ölmüştü. Çok üzülmüştük hepimiz. Çok iyi bir kızdı. Hepsini de Allah rahmet eylesin.
ÜÇTEN DOKUZA BOŞAMA VE HÜLLEYE GİTMEK…
Mahallemizde bir de Yorgancı … dayı vardı. Karısı M… aba, kedileri çok severdi. Çocuğu olmamıştı, o da bütün sevgisini kedilerine vermişti. Bir gün M… dayı çok sinirlenmiş ve karısı M… abayı “Üçten dokuza” boşamıştı. M… aba artık o evde çarşaflı gezerdi. Biz çocuk olduğumuz için daima ona sorular sorardık. Evde çarşafla dolaşması bize tuhaf gelirdi. Sonra anneme sorduk ve bize nedenini anlattı. Sonra M… aba “Hülle”ye girmiş ve tekrar nikah kıyılmış. Hülle demek üçten dokuza boşanan kadın başka bir adamla nikahlanacak ve kocası da onu o yabancı ile bir yatakta görecek ve ertesi gün o adam onu boşayacak ve kocası tekrar nikah kıyacak. Ne saçma bir şey. Y adam boşamam derse ne olacak? Hala böyle saçmalık var mı acaba? Bilemiyorum.
M…. abanın bir de kızkardeşi vardı. Ş. Hanımdı adı. Annesi H. aba…
Ş… hanım, birisiyle evlenmiş ve Köşklüçiftlik’te yeni evler yaptırmıştı. Üç çocukları olmuştu. Kadın ilk çocuğuna hamile kaldığında henüz nikahlı değillermiş. Adam “Çocuğu kabul etmem” demiş. Mahkemeye gitmişler. Hakim bir çocuğa bakmış, bir de babasına ve “Be Efendi, sen kör müsün? Bu çocuk tıpatıp sana benziyor, görmüyor musun? Hade bakayım doğru nikah memuruna, Hanım’a nikah kıyacaksın, çocuk senin” demiş. Adam utanmış. Hemen nikahı basmış. Sonra da iki oğluları oldu ama çocuklar büyüyünce babaları onları hangi okula yazdırdıysa, hepsinden atılmışlar ya da kaçmışlar. Nihayet hazırlayıp Türkiye’ye götürüp bir okula yerleştirmiş. Tam kızının düğün günü, ikisi de bavulları, elbiseleri satıp gelmişler… Sonra bir tanesi Londra’ya gidip yerleşti. Diğer oğluna da bir dükkan açmışlardı, bir şeyler satardı…
“CİVDİL HARFİ…”
Bir de Karabardaklar’ın Cemaliye Hanım vardı. Kocası kasap İbrahim Mındık derlerdi kendisine. Cemaliye hanımın üç kızı vardı, iyi konuşamazlardı, dilleri sürçerdi. Ben Viktorya Kız Okulu’nu bitirince bir ara Tahtakala’da açılan anaokuluna giderdim. Oraya yeğenim Halide hanım öğretmen tayin edilmişti, ayrıca İngiliz öğretmenler de ara sıra gelir, resimler, oyuncaklar getirirlerdi. Boş durmaktansa, nakışımı alır, okula giderdim. Bir gün Selma isimli bir çocuk (Cemaliye hanımın kızı) şiir okuyurdu. “At dadalı Ay dede, Dattarını yay dede” diye başladı. Çok hoşuma gitti, hala hatırlıyorum. (Ak sakallı ay dede, saçlarını yay dede) yerine öyle söylemişti. Sonra sordu öğretmen bir civcivin altındaki harfi sordu, C harfi yazılıydı. Selma “Civdil harfi” dedi. Gülmekten kırıldık. Selma çok sevimli bir çocuktu, onu çok seviyorduk… Ve ben, o okulda çok şeyler öğrenmiştim.
Sonra Shakespeare Okulu denen okula gittim ve sonra da aynı okulda öğretmen oldum.
Karabardaklar büyük ve varlıklı bir aileydi. Kızlarının biri yani Nahide, Kitapçı Seyfi Bey, diğeri yine kitapçı Kemal Uysal’la evlenmişlerdi. Onların evine yakın Ali Rıza Efendi isminde bir öğretmen vardı. Fikret, Fikriye ve Ekrem isimli üç çocuğu vardı. Fikriye benim sınıf arkadaşımdı. Bir de Moralı Ayşanımın kızı Şermende vardı. Fikriye, ben ve Şermende okula bereaber gider gelir, bazan birbirimizin evine gider çalışırdık. Okul bitince Şermende Limasol’da bir hastanede nörslük yapmaya başladı ve menenjit mikrobu alarak genç yaşta hayata veda etti. Çok üzüldük. Fikriye’yi okuldan sonra çok az gördüm. Evlendiğini duydum. Sonra o da ölmüş… Yani üç arakdaştan sadece ben kaldım hayatta…
AHMET EFENDİ ÇOK GÜZEL EZAN OKURDU…
Mahallemizin bir de Müzezzin’i vardı. Ahmet Efendi… Ona “Kız Ahmet” derlerdi. Nedenini bilmiyorum. Sonra evlenmiş, Cahit isimli bir oğlu olmuştu. Tabellacı Cahit’ti bu. Ahmet Efendi bakkala gideceğinde “Ahmet, büyük ekmek alma ha… Harç ekmeği al” dermiş annesi. Kısa zamanda ayrılmış Ahmet Efendi ve eşi... Annesinin onları geçindirmediği anlatılırdı o günlerde… Ahmet Efendi çok güzel ezan okurdu. Sabah akşam onun ezan sesiyle büyüdük biz.
ÇOCUK GELİNE MÜBAREKİLİK GELİNLİKLER…
Bir de Sağır Akile aba vardı. Terziydi. Ablam evleneceğinde ona yedi tane gelinlik dikmişti. Her biri diğerinden güzeldi. Seylan boncuklar, incilerle süslemişti. Ablam bir hafta mübareki sürmüş, o güzel elbiseleri günde bir tane giymişti, gelen gidenler hayran kalmışlardı. Seriye Hanım (gelin onarıcı) her gün gelip ablamı giydirip süslemişti. Onu sandaliyenin üstüne çıkarır, “Küçük gelincik” derdi. Ablam onbeş yaşında evlenmişti. Boyu da kısa olduğu için çocuk gibi görünürdü.
BU NASIL MÜSLÜMANLIK, ANLAYAMADIM…
Bir de Bakkal Hoca vardı. Gece gündüz Kuran okurdu dükkanda. Bir tek kızı vardı. M… Hanım. …. Bey’le evlenmişti. Bakkal Hoca, Kuran okurdu ama bazan fenalığı da üstündeydi. Bir gün yanımızca çalışan Cemaliye Hanım’ı kömür almaya yolladık. Bakkal Hoca, Cemaliye Hanım’a sormuş:
“Kömürü sen mi isten yoksa Niyazi Bey’e mi alacan?” demiş.
Cemaliye Hanım da “Neden sordun Hoca efendi?” demiş.
Hoca da “Senin ise 6 kuruş, Niyazi Bey’in ise 9 kuruş, onun kese kaldırır” demiş.
Cemaliye Hanım da “Benimdir” demiş ve kömürü 6 kuruşa almış. Gelip bize anlattı. Bir taraftan Kuran okur, diğer taraftan galleşlik düşünür, bu nasıl Müslümanlık, anlayamadım…
“SİMİT KURABİYELER, SİMİTTENDİR HEPSİ, ON PARAYA BİR TANESİ…”
Mahallemizdeki Sabri Dayı’yı da unutmamak lazım.
Sabri dayı, simitle bir çeşit kurabiye yapar, yuvarlak bir demir siniye dizer, başının üstüne koyarak gezer, satardı. Elinde de açılıp kapanan küçük bir sandaliyesi vardı. Ekseriya köprü başı dediğimiz yerde sandaliyesini açar ya oturur, ya da sinisini sandaliyesinin üstüne koyar ve “Simit kurabiyeler, simittendir hepsi, on paraya bir tanesi” diye çağırarak satardı. Üstüne toz şeker serpilmiş kurabiyeler o kadar lezzetliydi ki herkes koşar, ucuz olduğu için Sabri dayı kurabiyeleri birkaç saat içinde satardı. Evleri kale kapısına yakındı. Sabri dayı evlenmiş ama çocuğu olmamıştı. Sonra N. isimli bir kız çocuğu almış, onu giydirir kuşatırdı. Saçlarını da iki uzun gamze yaparlar ve uçlarına da beyaz veya kırmızı kurdeleler bağlarlardı. N. çok güzel bir kız olmuştu. Bir ara Kıbrıs’a Araplar gelir, kız satın alırlardı. 40-50 veya 60 Kıbrıs Lirası verir, kızı alır giderlerdi. N.’yi de istemişti Araplar ama Sabri Dayı satmadı. Sonra ben Lefkoşa’dan ayrıldım. N.’nin evlendiğini duydum.
ŞİFA DAĞITAN BAFLI EMİN ABA…
Bizim sokağa yakın oturan bir de Baflı Emin aba vardı. Çok çalışkan, yardımsever bir kadındı. Kimin çocuğu hastalansa veya ateşi yükselse hemen Baflı Emin aba imdada gelirdi. Bir doktor gibi çocuğu muayene eder “Bana ılık zeytinyağı getirin; çocuğu üşüttünüz” derdi. Ilık zeytinyağıyla çocuğun kasıklarını ovar, sırtını, karnını yağlar, sarar sarmalar, “Terlemesi lazım, sakın dışarı çıkarmayın” derdi. Ertesi güne kadar çocuk iyileşirdi. Baflı Emin aba para almazdı. Bazıları ona yiyecek öte beri veya bir şişe yağ, bir hellim falan verirlerdi. Onları bile almak istemezdi. Kaç defa küçük kardeşlerim hastalandığında gider, onu çağırırdık. O da seve seve gelir, “Gene naptınız be bu çocuğa? Soğuklara çıkardınız, hasta ettiniz” derdi. Yağlar mağlar, iyi derdi.
KUNTURACI MENTEŞ…
Bir de Yeşilbaş ailesi vardı. Fatmaba’nın bir kızı ve iki oğlu vardı. Oğullarının biri kunturacılık yapardı. Rahmetli Kazım Çavuş Dedem, Menteş isimli bu genci çok beğenirdi. Limasol’da iki kızı vardı dedemin. Başka başka hanımlardandı bu kızları. Kızı Naciye hanımın büyük kızı Seniha’yı 60 liraya satmıştı babası Araplar’a. Fakat Arap parayı kızın babasına vermedi. “Para bende kalacak, ne alırsanız ben ödeyeceğim, kalan parayı da kızın namına bankaya yatıracağım” dedi. Bunun üzerine dedem Seniha’yı alıp Lefkoşa’ya getirdi ve Kunturacı Menteş’le evlendirdi. Sonra Menteş, Çağlayan’da güzel bir ev, bir de dükkan yaptırdı. Bakallık etmeye başladı. Seniha’nın iki kızı, iki oğlu oldu. Hadiseler çıkınca, torunu ve damadı Rumlar tarafından vuruldu. Sonra Menteş’e Kızılbaş’ta ev ve dükkan verdiler, oraya taşındılar. Çünkü evi Yeşil Hat’ta kalmıştı.
İRİNİ ABA ÇOK GÜZEL TÜRKÇE KONUŞURDU…
Bir de İrini aba vardı komşularımız arasında. İrini aba derdi herkes ona. Uzun boylu, kamburca bir kadındı. Çok güzel Türkçe konuşurdu. Bize gelir, “Napan be Ziba, gene dezgahtasın? Hiç diynenmen ama sen?” derdi. Annem de “Napalım be İrini Hanım, çocuklar var, eksikleri var, her şey isterler. Ben da isterim oturup diyneneyim ama günde 20 arşın, bir top bez (alaca) dokumam lazım. Yannako acele ister bezleri. Dokur da gene bir iki kuruş alırım” derdi…
İrini abanın çocuğu yoktu. Gelirken bize bir elma veya bir iki portokal getirirdi bazan. Bizim onu ağırlayacak bir şeyimiz yoktu. Bizim evde kahve mahve yapılmazdı. İrini aba oturur, biraz konuşur giderdi. Ayni Safiye Ayla’ya benzerdi. Yaşlı ama şen, şakacı bir kadındı. Mahallede herkes onu severdi.
SOFTALAR AİLESİ…
Tahtakala camisinin tam karşısında bir çıkmaz sokak vardı. Softalar denen bir aile otururdu orada. Softa dayının karısı Akile abanın tek bir kızı vardı. Çıkmaz sokağın girişine bir ev yapıp kızı Servet hanımı o eve evlendirdi. Damadı Tevfik efendi, mühendisti. İki çocukları olmuştu, Macit ve Sevim. Sevim, Şerifabamın oğlu Ahmet Zaim ile evlenmişti. Oğlu Macit de Müftü Dana efendinin küçük kızı Emel’i almıştı. Ahmet Zaim’in Aral, Servet ve Mustafa isimli üç çocuğu olmuştu. O bucakta bir de Fatma hanım vardı. Tevfik efendinin kızkardeşiydi. Mustafa isimli bir oğlu vardı. Okul numarası 2 olduğu için ona “İkicik” veya “İki” derlerdi.
MOZAİKÇİ KEMAL YEDİ AYLIK DOĞMUŞTU…
Bizim evin biraz ilerisinde Berberin Şerif dedikleri bir kadın vardı. Annem evde olmadığında gelir, ablam Fattuş’a bir düğmecik, bir boncucuk getirir, o da sokak kapının aralığından eve girer ve Şerif abanın şişesini zeytinyağı doldurur, ona verirdi. Sonra ben anneme haber verdim ve gidip Şerif abaya konuştu ve annemin evde olduğu zamanlar gelmesini söyledi ona. Şerif abanın kocası berberdi. Oğlu Kemal yedi aylık doğmuştu. Biz çocuklar doğum sancısı çığlıklarını duyunca, Şerif abanın evine koştuk. Biraz sonra Kemal doğdu ve bir hamur teknesinin içine koydu ebe onu. O zamanlar doğumu evde ebeler yaptırırdı. Bir doğum sandaliyesi vardı, kadını o koltuğa oturturlar ve doğumu yaptırırlardı. Annem de küçük kardeşlerimi böyle bir doğum sandaliyesinde dünyaya getirmişti. Kemal o kadar küçücüktü ki bir kedi geldi, az daha onu alıp gidecekti. Kanlarını yalarken onu gördüm ve çığlıklar atarak onu kovaladım. Ebe de bana teşekkür etti. Ben orada olmasam, kedi onu yiyecekti. Belki de kedi onu kendi yavrusu sanmıştı. Sonra ebe Kemal’ı aldı, tuzladı, gözlerine limon sıktı, göbeğini sardı ve beledi. Eskiden çocukları bezlere sararlar ve iki metre uzunlukta ve 15-30 santim eninde “Belek” denen bir bezle sararlardı. Ellerini de beleğin içinde bırakırlardı. Çocuk hiç kıpırdanamazdı. Kemikleri batmasın ve çocuğu tutmak kolay olsun diye böyle yaparlardı.
Kemal yavaş yavaş büyüdü ve kocaman delikanlı oldu. Mozaikçi yanına girdi. Çalışırken ustası Pittarili, Parkinson hastalığına uğradı, artık çalışamıyordu. Her şeyi Kemal’e bıraktı, arabasını da 30 liraya bize satmıştı. Kemal hala mozaik işiyle uğraşır, mezar da yapar…
Şerif abanın iki kızkardeşi vardı, birinin adı Zehra idi. Ona Kel Zehra derlerdi ama başına iki üç kişiye yetecek kadar kıvırcık saçları vardı. Diğer küçük kızkardeşi Meryem, genç yaşta dışarı galiba Londra’ya gitmişti. Şerif abanın Gülsen isimli güzel bir de kızı vardı. O da benzinci Halil Zülhayır ile evlenmişti.
PAZARTESİ DEVAM EDECEK