Dünya böyle şiddete teslim olmuş, böylesine yaralıyken en çok da edebiyata sığınmak istiyor insan. Edebiyatın içe doğru süzülen sessizliğini, yerlerde sürünen bir ruhu birden yükseklere fırlatmasını, kimselerle paylaşamadığın bir sırrı birden bir başkasının hikâyesi olarak ifşa etmesini özlüyor. Kaçıp gideceğin bir dost evi, politik yalanlar bombardımanına karşı bir sığınak sanki.
Alt üst olmuş ruhları ne avutabilir başka? Yeni şiir kitabım için bu yüzden çok heyecanlıyım son günlerde. Onun benim derinlerimden çıkıp başkalarına karıştığını düşünüyorum ara ara ve içim içime sığmıyor. Kendi tahayyülümün yoğunluğundan yorgun düşüyorum sonra. Bütün bunlar büyük oranda benim hüsnü kuruntum kuşkusuz… Ne yapsam aklımda ama… Huzur bulamıyorum bir türlü… Kişisel gündemimin merkezine başka bir şey koymam pek mümkün değil bu günlerde.
Edebiyatın gücüne derinden inanıyorum. İnsanların birbirlerine düşmanlıkla davrandığı, hırsla, kıskançlıkla, güç savaşlarıyla dolu bir dünyada sahici bir yerden bir fısıltı halinde gelir bazen şiir. Şair hava atmıyorsa, numaralar yapıp bizi etkilemeye çalışmak yerine yanan kalbinin ve aklının sahici kelimelerini sunuyorsa, kırılganlığını ortaya koymaktan çekinmiyorsa, işte o zaman buluşuyor içimizdeki sessizlikle…
Sersemlemiş bir Türkiye’den yazıyorum bu yazıyı… Kıbrıs’taki ve dünyanın başka yerlerindeki arkadaşlarım kaygı duyuyorlar burada olmamdan. Bütün bu alt üst oluş içinde de hayat sürüyor ama. Neşesini yitiriyor belki. Ruhlara çöken ağırlık bedene, bakışlara yansıyor. Gündelik hayata etkileri dalga dalga geliyor her politik değişimin. Akan su, yolunu buluyor bir biçimde yine de… Hayat kendini yeni baştan üretip yeni bir şekil alıyor. Normalleşme eğilimi krizin önüne geçiyor. Kıyı kasabalarında insanlar hala denize girmeye devam ediyorlar mesela. Aşıklar hala aşık, gün batımı hala güzel, bebekler ve çocuklar hala sevimli, yeni çıkmış incir hala lezzetli…
Zihinsel bir yorgunluk hali var en çok da… Olan biteni anlamaya çalışıyor insanlar. Bir iç savaş tehlikesinin atlatıldığı doğru olsa da daha kötü günlere doğru yol alındığı ortada. Şiddet kullanmanın insanlara bir hak olarak verildiği her yerde canavarlaşan ruhlarla karşılaşıyoruz.
Bir süre sonra kafalar daha net olacak, bir takım soruların cevapları zaman içinde bulunacak belki… Gerçek ne kadar kötü, ne kadar kabul edilmez olursa olsun onu anlamak, doğru biçimde saptayabilmek, illüzyondan kaçmak yapılması gereken en doğru şey gibi geliyor bana. Yanlış bilgi bombardımanı ve bunca kirlilik içinde çok kolay olmasa da bu…
Televizyonu kapatıp, sosyal medyadan uzaklaşıp bir süre edebiyata sığınmak aklıma gelen çözüm…
Her yaz olduğu gibi Gümüşlük Akademisi’ndeyim bu günler yine. Buraya da çökmüş keder. Her şeye rağmen espriler ve kahkahalar yeniden ortaya çıkabilecek bir direniş modeli olarak duruyor ama…
Biz hayatı kutlarken arka sokaktan geçen bir ölüm hep olacaktır. Mutlu toplumsal halleri, coşkuyu çok özlüyorum yine de… İyilerin zaferi gelsin, “motorları maviliklere süreceğimiz güzel günler”i görelim istiyorum.
Burada herkes “İyi ki Kıbrıs’ta yaşıyorsun” diyor bizim acılı tarihimizi ve hala sürmekte olan makûs talihimizi unutarak.
Sonuçta dünyada yaşıyoruz hepimiz. Bu adaletsiz, bu acı çeken, bu rezil dünyada… Bir başka açıdan da hala mahvetmeyi başaramadığımız denizleri, ormanları, gölleri ve bir takım güzel insanlarıyla hiç de fena bir yer değil burası.
Bildiğim bir şey var. Kendi içinde cevher taşıyanlar dışarda koşullar ne olursa olsun bütünlüklerini koruyabilir, varoluşlarını bir biçimde anlamlandırabilirler.
Kötüler, kötülükler her zaman olacak, şiddet, yalan ve adaletsizlik ise birer tehdit olarak hep orada duracaktır. Önemli olan hayatın getirebileceği her soruna karşı direnme azmimizin yara almamasıdır. Bir sınavdan daha geçtik ve başka sınavlar da var sırada. Edebiyata ve birbirimize sımsıkı tutunalım, kalplerimizi de darbelemelerine izin vermeyelim derim ben.