BİRBİRİMİZİN CEHENNEM BEKÇİLERİYİZ…

Sinan Dirlik

İpsala’dan itibaren Yunanistan’ın içlerine ilerledikçe yalnızca doğanın güzelliği değil, temas ettiğiniz insanların hikâyeleri de çarpıyor sizi. Sadece 10.8 milyon nüfusa, 131.957 km² yüzölçümüne sahip bir ülke Yunanistan. 1.539 km² ye sıkışmış İstanbul’un nüfusunun 17 milyona dayandığını düşününce, nüfusun “küçüklüğünü” tahayyül edebilmek daha kolay sanırım.

Sokakta, oturduğunuz bir kahve ya da lokantada, alışveriş için girdiğiniz bir dükkânda Türkiye’den geldiğiniz anlaşıldığı anda gözler önce ışıldıyor, ardından buğulanıyor ve “Ah İstanbul”, “Ah İzmir”, “Ah Balıkesir” diye başlayan muhaceret hikâyeleri dökülüyor… Konuştuğunuz insanların babaları, dedeleri bir biçimde Türkiye’nin çeşitli kentlerinden göçüp gelmiş Yunanistan’a 1920’lerden itibaren… Aradan geçen on yıllar içerisinde geriye kuşaktan kuşağa aktarıldıkça aşınan, aşınırken tadından, güzelliğinden bir şey kaybetmeyen anılar kalmış. Selanik’te misafiri olduğumuz apartmanın asansöründe bizi şöyle bir kuşkuyla süzüp, lafı eğip bükmeden “Nereden? İran?” diye soran, “Türkiye, İstanbul” yanıtını aldığında bir anda tavrı değişen kadının, o kısacık süreye Kadıköy’ü, Salacak’ı sıkıştırabilme becerisine ve son olarak “Tanrı yardımcınız olsun o adamla” sözlerine şaşıyor insan…

Sınır tuhaf bir şey… Aşıldığında bir devletten başka bir devlete geçmiş sayılıyorsunuz, insanların dilleri, dinleri, ırkları, kullandıkları semboller, belki para birimleri değişiyor ama toprağın, ağaçların, çiçeklerin rengi, kuşların sesleri değişmiyor. Sınır birden bire karşınıza çıkan, dünyanın bir coğrafyasında farkına bile varmadan aşabilirken, bir başka coğrafyasında karşınıza kalın duvarlarla, tel örgülerle, silahlı üniformalılarla dikiliveren bir şey…

İpsala’dan geçebilmek için önce geçerli bir pasaporta, sonra sayısız kişisel bilgi ve belge sunarak “lütfen alabildiğiniz”, 3 aydan fazla bir süreyi kapsıyorsa düğün bayram ettiğiniz bir vizeye ihtiyaç duyarken, Avrupa’da elinizi kolunuzu sallaya sallaya, sınırdan sınıra, ülkeden ülkeye dolaşabilmek insanı allak bullak ediyor…

Sınırlar da, sınırsızlıklar da zaman içerisinde öğrenilen, alışılan bir gerçeklik olmalı… Gezdikçe, deneyimledikçe, konuştukça anlıyor bunu insan…

Geçen ay İsviçre, Basel’de ziyaret ettiğim kuzenimle evden çıktığımızda “abi dur, Fransa’dan biraz çörek alalım da öyle geçelim ofise” dediğinde yüzümde beliren şaşkınlık, sınırsız Avrupa’da yaşayanlar için şaşırtıcı asıl… Onların büyük bir doğallıkla İsviçre’de oturup, market alışverişi için Almanya’ya, çörek almak için Fransa’ya “geçiyor” olmalarına alışamadım hâla… Nitekim kuzenin Basel’deki evinden çıkıp otomobille 4 dakika sonra Fransa’nın St. Louis kentine geçmiş olduğumuzu, kentin meşhur bir pastanesinden çörek alıp yeniden Basel’e döndüğümüzü kabul etmek benim için hâla zor… Avrupa’da sınırsızlığın tadını çıkaran, nimetlerini tepe tepe kullanan Türkiyelilerin Türkiye söz konusu olunca sınır fetişizmlerini anlamak da öyle…

Bir TC yurttaşı olarak Lefkoşa’da, Ledra kapısından kimlik göstererek geçip ancak ara bölgede, en fazla Dayanışma Evi’nde oturup bir kahve içecek kadar özgürlüğe sahip olmayı; küçücük bir adanın, küçücük bir kentini ortadan ikiye ayıran sınırın öte tarafındaki dostların evinde bir akşam yemeği bile yiyememeyi, bırakın bir Avrupalıya, kendimize nasıl anlatabiliriz ki? Ben böyle hissederken ya kendi şehrinin sokaklarında dolaşırken karşısına bir barikat, bir duvar dikiliveren bir Kıbrıslı Türk, bir Kıbrıslı Rum ne hisseder?

Avrupa büyük, kanlı ve acılı savaşlardan sonra kendi iç sınırlarını ortadan kaldırmayı başardı ama kendisini çevreleyen sınırları yükseltti… Şimdi o sınırları aşarak, göreli bir sınırsızlığa ulaşmak için ağır bedeller ödeyen insan hikâyelerini izliyor, duyuyoruz… Kendi içindeki sınırları anlamsızlaştıran bir kültür, kendi dışındaki kültürlere, insanlara sımsıkı kapatıyor sınırlarını… Her gün yüzlerce insan botlara doluşarak Akdeniz’in, Ege’nin sularına açılıyor, ölümü göze alarak Avrupa’ya, o göreli sınırsızlıklar diyarına ulaşmaya çalışıyor… Aşılmak istenen, insanlığın karanlık çağından aydınlık çağına geçişi ancak sert kurallara bağlayan kalın, yüksek duvarlı bir sınır… Ve herkes biliyor, aslında diğer coğrafyaların kanı, karanlığı üzerine kuruldu o göreli aydınlığın göreli sınırsızlığı… Adil mi bu sonuç? Hayır… Ama bugünümüzün gerçekliği…

İnsanlık bir gün tüm coğrafyalara eşit ve adil biçimde yayılmış bir aydınlığı, bir sınırsızlığı kurabilir mi? Hepi topu tarihin son 40 yılında, 510.100.000 km² lik yerküremizin ancak 10.180.000 km² lik bölümünde ve 7 buçuk milyarlık insan evladının ancak 750 milyonluk bölümü için sağlanabilmiş bu göreli sınırsızlık, göreli refah, göreli aydınlık ve özgürlük alanı…

Bu sınırları aşamayan bizler hâla bir sokaktan bir sokağa geçerken karşımıza dikiliveren barikatlarla, bu barikatları kaldırabilmek için bedeller ödemekle, üçün beşin hesabını yaptığımız bitmez pazarlıklarla, birbirimize biriktirilmiş nefretlerle, kuşaktan kuşağa taşıdığımız öfke ve güvensizlikle beslenen kuşkulu gözlerle bakmakla ömür tüketiyoruz…

Farkında ya da değil, hepimiz birbirimizin cehennem bekçileriyiz…

OKUYUCUYA NOT:

Artı Gerçek’te yazmaya başlayan, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli sınır sosyologlarından biri olan, dostum, hocam Prof. Dr. Neşe Özgen’in ilk yazısı “sınır” üzerine… Mutlaka göz atmanızı, okuyup üzerinde düşünmenizi öneririm: https://www.artigercek.com/yer-vatan-kopru-sinir-ve-yol-uzerine-1