Bazı “seçkin insanlar”ı neden sevemediğimi keşfettim zaman içinde… Çok kibirliler… Bütün mesele bu… Sinsi bir kibir bu… Tasarlanmış bir mütevazılıkları var. Çok kibarlar ve hep ölçülüler. Hiç yamuk yapmıyorlar görünürde… Dışarıdan bakınca kusursuz insanlar onlar. Çeşitli başarılara imza atmışlar, dengeli ve makul duruyorlar. Bedenleri içinde son derece güvenli ve rahatlar. Güzel giyiniyorlar. Konuştukları zaman dünya coğrafyalarına uzanan mekânlardan, kültürlerden söz ediyorlar. Zekice görünen esprilere sahipler. Hayatın sayısız hazlarını tattıklarını hissettiriyorlar. İçine doğulan sınıfsal bir durum değil sadece sözünü ettiğim… Bir biçimde para, ün ya da başka başarılarla hayatın iktidarlarına tırmanmış olmakla ilgili… Sınıfsal yan daha belirgin tabii... Parasızlığın yaratacağı yoksunluk durumlarından kurtulmuş olmak önemli... Hiç öyle Türk filmlerindeki hizmetçilerini azarlayan kötü kalpli zenginlerden de değiller günümüzün bazı seçkinleri. Tam tersine yanlarında çalışanlara karşı son derece merhametli ve kibar görünüyorlar. İçini tam bilemiyoruz ama görünüş öyle en azından. Kendi sınıflarıyla ilgili bilindik kalıplara pek uygun değiller sonuçta.
Hemen hemen herkesin çok etkilendiği ve olumlu cümleler kurduğu böylesi kimi insanlardan gıcık kaptığım için suçluluk duymuşumdur hep… Çok kolaylıkla kıskançlığa, çekememezliğe tercüme edilecek bir durum doğrusu bu… Epey sorgulamışımdır kendimi bu konuda. Sonuçta bazı çok başarılı insanları sevip bazılarını sevemiyorsam şu kıskançlık seçeneğini elemek gerekmez mi? Bir sezginin yarattığı uzaklık, bir ruhsal buluşmazlık hali biraz da bu… İnceden ve derinden kendini hissettiren bir kibre dair farkındalık…
Bir başka kibir kategorisinde ise sonradan sınıf değiştirenler var. Burada daha karmaşık ve çiğ durumlar, doyurulması pek mümkün görünmeyen bir haz obezitesi söz konusu olabiliyor. Başarmış ve yükseklere tırmanmış olmanın gururu daha da yakıcı... Olmamışlık halinin yarattığı öfke ile hırçınlaşmış bir kibir de çıkabiliyor ortaya.
Öyle çok yukarılara filan bakmaya da gerek yok… Kibir her tarlada, her iklimde büyüyen bir şey bir yandan da… Küçük bir tümseğe, bir koltuğa tırmanıp başkalarına tepeden bakmak da mümkün sonuçta… İlişkilerde, akla gelecek her türlü özellik ve beceri dolayımıyla kurulan hiyerarşilerin yan ürünü olarak her an ortaya çıkabilecek bir şey. Kendilerine muhtaç olduğumuzu bilen bazı devlet memurları, kilit noktalardaki görevliler küçük iktidarlarını bir kötülük alanına çevirebiliyorlar örneğin.
Birbirimizle olan ilişkileri beceremediğimiz için bir türlü iflah olmuyoruz sanki dünyada… Bir haysiyet faktörü çıkıyor ortaya… Varoluşumuza, kimliklerimize, duruşumuza onay arıyoruz. Birilerinin gizli ya da açık kibri kolayca yaralayabiliyor bizi… Öfkemiz nefrete dönüşüyor. Bir nefret haritası kurup çeşitli noktalardaki düşmanlara atışlar yaparak hayatını sürdüren bir kesim söz konusu. Sanal alan çok uygun bunun için. Kendini görünmez kılan kötülerin saldırı alanına dönüşebiliyor her an…
Topluma katılırken farkına varmadan bir yarış pisti içine itilmiş buluyoruz kendimizi. Bazı ortamlarda bir başkasının rengi bizi silikleştirebiliyor ve yaşadığımız kırılmanın yarattığı öfke ile bir suçlu arıyoruz. Karşımızdakinin kibri bir günah keçisi olabiliyor.
Çoğu tartışmaların arka planında gizli bir kişilikler çatışması devam ediyor. Hele çevrede izleyiciler ve onlarla ilgili bazı gizli gündemler varsa daha da karmaşıklaşıyor durum…
Yeni bir dünya yaratmak en önce yeni ilişki ve iletişim modelleri yaratmaktan geçiyor. Türkiye’deki Gezi deneyimi ve onun ardından gelen park forumlarında eski ve yeni kuşaklar arasındaki iletişime dair bir tartışma vardı geçen gün Gümüşlük Akademisi, Meşeli Göl kenarındaki buluşma masamızda. O yüzden bunları yazmak istedim bu hafta. Kıbrıs’ta seçim gündemi var biliyorum. Gençlerin iyi bir çıkış yapabilmesi en büyük dileğim. Ben yazıyı yazarken Leyla Erbil’in ölüm haberi geldi ve altüst oldum. Hayata tutunmak lazım… Birbirimize de… Birlikte, farklı renklerimizle çok güzeliz. Bunu hiç unutmamalı…