Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
2013 yılının son günlerinde hayatımıza dair birkaç resim öne çıktı. Bir tanesi içerde, her an patlaması muhtemel bir ‘hükümet krizi’ne doğru ilerleyen siyasal gelişmelere; Türkiye’de ise 17 Aralık’ta ‘yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturmasıyla başlayan ve siyasette bir deprem etkisi yaratan gerilimli sürece dair bir resimdi. Bir diğeri, bu gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan endişe verici siyasi ve ekonomik göstergelerin toplumsal yansımalarını gösteriyordu. Üçüncüsü ise, yeniyıl hazırlıklarının kolu kanadı kırılmış gibi olsa ve biraz hızı kesilse de, neredeyse toplumun tümünü kuşatan ve artık bir ‘delirium hali’ olarak da ifade edilebilecek konumunu anlatıyordu. Birincisinde siyaset yerlerde sürünüyor; ikincisinde buna bağlı olarak ağırlaşan yaşam koşulları nedeniyle toplumsal tepki ve öfke zirve yapıyor; üçüncüsünde ise aynı toplumda, paradoksal biçimde bütün enerjisini emen -bu arada öfkesini de söndüren- garip bir ‘uyum’ hali göze çarpıyordu. ‘Yılbaşı’ bir gerekçe olabilirdi belki ama, sanki herkes, kendi belirleyici düzeneği içinde çalışan ‘mekanik’ bir hayatın, -buna sistemin demek de mümkün; her şeyin metalaştı(rıldı)ğı, alınıp satıldığı, bilincin ve duygunun bile şeyleştiği bir sistemdir bu- adeta gönüllü dişlisi haline dönüşmüş, birçoğumuzun cebinde onüçüncü maaşı da var ya, marketlere, mağazalara hücüm ediyordu. Görünen şuydu ki; kimi zaman ayağa kalkan, hatta dayanışma da sergileyen toplumsal tepkiler, son kertede sistemin ekonomisi, ideolojisi, değer yargıları, ahlâk kuralları, alışkanlıklarıyla çizdiği ‘mekanik’ çerçevenin hükmüne mahkûm oluyor; bir başka ifadeyle kendisi de ‘mekanikleş(tiril)erek’ sistem tarafından tutsak alınıyordu.
A.Giddens ‘geleneksel topluluklar’dan söz ederken, onların sergiledikleri “mekanik dayanışma biçimlerinin” son kertede “bireysel özerkliği” ortadan kaldırdığının ve “uyumculuğa doğru zorlayıcı bir baskı uyguladığı”nın altını çizer. İrade ve bilinç olarak özgür/özerk bireyin açığa çıktığı modern bir topluluktan ziyade, bireyin anonimleştiği bir sürü olma hali söz konusudur burada ve öyle olduğu içindir ki sergilenen dayanışma ve irade özgür/özerk değil, ‘uyumcu’ -bir başka ifadeyle hâkim olana mahkûm- bir mahiyet arz etmektedir. Şimdilerde, yani içinde bulunduğumuz geç kapitalizm döneminde, temel karakteri itibarıyla her şeyi ‘metalaştıran’, bir ‘tüketim’ nesnesi haline dönüştüren ve insan ilişkilerini de buradan kuran sistem, bir yandan onu (insanı) görece özgürleştirirken (bu en çok tüketme özgürlüğüdür), aynı zamanda insan ilişkilerini de buradan tahrip etmekte ve nihayet onu (insanı) nesneleştirerek (şeyleştirerek), kendi dünyasına (sisteme) mahkûm etmektedir. ‘Anlam’ ve ‘değer’ yitimiyle eş zamanlı gelişen bu süreç sonuç olarak ‘özne’nin ‘nesne’ye dönüşmesine yol açmakta, bu da sistem karşısında özgür/özerk irade yerine, ona boyun eğen, uyum içinde olan bir iradenin -ya da iradesizliğin- tesisine yol açmakta, buna imkân tanımaktadır. Dahası burada artık ‘ideolojilerin’ ve ‘duyguların’ da nesneleşmiş olmaları halleridir ki bu durum şimdilerde siyasetin (siyasal söylemin-siyasal ideolojinin) neden yerlerde sürünüyor olduğunu açıkladığı gibi, karşı siyasetlerin (karşı siyasal söylem-karşı siyasal ideolojilerin) yaşadığı çıkmazları da anlaşılır kılmaktadır. Aşikâr olan mekanikleşmiş (şeyleşmiş-nesneleşmiş) söylemlerin ve hareketlerin hâkim ya da muhalif (sağ ya da sol) olsunlar, son kertede kendi esaret dünyalarını yarattıkları ya da yaratacaklarıdır. Buradan kurulacak insan ilişkilerinin ise, bireysel ya da toplumsal, gerçek anlamda özgürlüğü/özerkliği teşvik eden, buna alan açan değil, son kertede sistemin kendine uyumunu zorlayacak bir mahiyet kazanacağıdır. Sistem karşısında mağdur olan insanların, sisteme yönelik öfke ve tepkilerinin saman alevi gibi parlaması ve aynı anda kolaylıkla sisteme tabi olması da bundan olsa gerektir. İyi de, yeni yılın sona ermesine sayılı saatlerin kaldığı -bu yazı yazılırken henüz 2013 sona ermemişti-, insanların keyiflerince bir yılbaşı gecesi -eğlencesi- geçirmek, yeni yıla coşku ve umutla girmek için tam gaz hazırlandıkları bir zamanda, bütün bu yazılanların anlamı ne?
Devam ederken şunu belirtmeliyim ki, bu yazının gereksiz laf kalabalığı yaparak kafa karıştırmak, insanların ‘yeniyıl’ eğlencelerine limon sıkmak ya da işgüzarlık göstererek, çekirdekten yağ çıkarmak gibi bir amacı yoktur. Naçizane belki şu olabilir: Biten her yıl, ölçülebilir zamanın -buna bizim dışımızda kendi hükmüyle akan ‘nesnel zaman’ da demek mümkün; ki burada söz konusu olan 2013 yılıdır- bir bölümünün -bir yılının- daha hayatımızdan eksildiğini hatırlatıyor. Bu, ne zaman geleceğini bilemediğimiz ölüme biraz daha yaklaşıyoruz da demek aslında. Aynı anda yeni bir yılın başlıyor olması ise, bitenin yanında yeni bir başlangıcı işaret ediyor. Yani biz zamanın takvimle belirlenen ‘yılbaşı’ dediğimiz bu yol ayrımında, bir bakıma ‘ölüm-yaşam’ gerçeğiyle (diyalektiğiyle) bir kez daha yüzleşiyoruz. Hem ürküyoruz bundan, hem de heyecan duyuyoruz. Bir yanıyla ölümü hatırlıyor olmamız -bunun için ürküyoruz-, geçmişte yaşadıklarımızı, yaptıklarımızı yapamadıklarımızı, pişmanlıklarımızı ve yapmak istediklerimizi vb. yeniden aklımıza getirirken; diğer yanıyla hâlâ yaşayacak -en azından potansiyel olarak- bir yaşamımız olduğu gerçeği de, eksik kalan şeyleri tamamlamak ve yeni hedefler koymak fırsatı sunuyor bizlere. Bütün o yeni yıl dilek ve temennileri biraz da bu yüzden değil mi? Ancak bir şey daha var; hele biraz da yaşımız ilerlemişse, “nedir zaman” sorusu da en çok bu yol ayrımında çıkıyor karşımıza? Evet, işte yine o büyük soru: Sahi nedir zaman? Soru bu olunca, yaşlı bilgenin söylediklerini hatırlamamak mümkün mü: “Bana zamanın ne olduğu sorulmadığı sürece zamanın ne olduğunu biliyorum; ama sorulduğunda bilmiyorum..” Böyle olsa da belki şu söylenebilir: Asıl olan zamanı, insanın onunla kurduğu ilişkinin mahiyeti üzerinden anlamaya çalışmak..
Buradan bakınca bir yana, ölçülebilir ve daha çok insan iradesinin dışında akıp giden, ‘nesnel’ (objektif) zamanı koymak mümkün. Saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl gibi ölçülerle dönüşümsel olarak kendini tekrar eden bir süreklilik söz konusudur burada ve bu seyir karşısında insanın ‘zamansal konumu’ belirlenmektedir... Bir başka ifadeyle burada insanın iradesi dışında, dönüşümlü tekrarı ile süreklilik gösteren zaman, bu süreklilik içinde o insana çeşitli evrelerden geçerek -çocuk, genç, orta yaş, ihtiyar- doğumdan ölüme doğru gidişini hatırlatır, o kadar ki burada “zaman, itirazsız boyun eğilen bir kader gibi görünür herkese.”
Oysa zamanın bir başka boyutu -anlamı- daha var: İnsan iradesinin doğrudan müdahil olduğu, yani zamanın onun iradesinden bağımsız ‘nesnel’ (objektif) olmaktan çıkarak ‘öznel’ (sübjektif) mahiyet kazandığı, bir bakıma insana özgü ve hatta ona tabi bir tasarım ve yaşam konusu halini alan zaman. Burada önemli bir fark vardır ki o da şudur: İnsan, ‘nesnel’ zamanın sürekliliğinin getirdiği sonuçları bir kader olarak kabul edip buna boyun eğerken; öznel zamanda bu kaderine, üstelik kimileyin onu bir trajediye dönüştürmek pahasına, karşı çıkabilmektedir. Son kertede belki ‘büyük yenilgi’ hali olarak da ifade edebileceğimiz bu durum -öyle ya insan hep ölüme doğru yaşamaktadır-, öncelikle insanın sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri ve özlemleri arasında sıkışmasının hikâyesidir. Böyle olsa da insanlığın uygarlık macerası işte tam da bu hikâyede yaşanmaktadır.
İşte şimdi bitmekte olan yıl, bütün o telaşı ve karmaşası içinde, bitmeyen zamanın ve insanlığın o zamana içkin hikâyesinin hatırlanması için bir vesile olabilir mi, bilmiyorum. Ancak biz bunu hatırlayalım ya da hatırlamayalım, yaşadığımız an geçmişle geleceğin birleştiği yerde, bir yanda deneyim ve birikimleriyle geçmişin ağır yükü, diğer yanda ise geleceğin tasavvur ve tahayyülleriyle zamanın bitimsiz akışkanlığını ve imkânlarının çokluğu gerçeğini de açığa çıkarıyor ve insanoğlunu bu zamana müdahil olmaya çağrıyor. Böyle olması ise, bu yazıda da dile getirilen, bugünün dünyasının temel problematiklerinden birisi olan ve de insanın varoluşu ve ilişkilerinde tanımlayıcı kavram olan “şeyleşme”nin (nesneleşmenin) nasıl aşılabileceğinin ipuçlarını da veriyor. Timothy Bewes “Şeyleşme-Geç Kapitalizmde Endişe” kitabında (Metis Yayınları), tam da bu problematiği irdeliyor ve “şeyleşme(nin) tersine çevrilebilir kavram” olduğundan, insanı “ezme potansiyeli olduğu kadar özgürleştirme potansiyeline de sahip” bir gücü bulunduğundan söz ediyor. Buradan çıkış yolunun ise modern dönemin -modernitenin- “ikici modellerinin”, ikili düşünme sistematiğinin, “üçlü diyalektik”i gözeten -bunu ‘çoklu diyalektik’ olarak genişletmek de mümkün-, yaratıcı, sentezleyen bir düşünce sistematiği ile yer değiştirmesiyle gerçekleşebileceğinin altını çiziyor. Bu da anlam ve değer yitimine uğrayan bugünün dünyasında düşünce, söylem ve hareket olarak siyasette ve de özgür/özerk irade olarak bireyin varoluşunda, zihniyet ufkunda yeni bir başlangıcı, yeni bir dönemi işaret ediyor.
Evet bir yıl daha bitiyor ama zaman bitmiyor. Gazetelerde, ekranlarda bir yandan geçen yılın muhasebesi yapılıyor, bir yandan da yeni başlayacak yıldan beklentiler dile getirilirken muhtemel gelişmeler üzerine yorumlar sıralanıyor, temennilerde bulunuluyor. Umut ve beklentilerle yüklü yeni bir yıl başlarken,
“şiir günlük dilin şeyleşmesini kırmanın yoludur” cümlesini hatırladığımdan mıdır ne, aklıma şair Edip Cansever’in ‘Yerçekimli Karanfil’ şiirindeki şu dizeler geliyor. Yeni yıl temennisi olarak aktarıyorum:
“Sen o karanfile eğilimlisin alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele”