Niyazi Kızılyürek
Zoi’inin Türkçe ve Yunancayı birlikte kullanmasına ve bu diller üstünden yaptığı okumalara fena halde imreniyordum. Okuduğu kitaplardan bana yaptığı çevirilerde bildiğimi zannettiğim hikayelerin başka bir yüzü daha olduğunu görüyordum. Yunanca bilmeden Kıbrıs çalışamayacağım çok açıktı. Bu arada, Kıbrıs üzerine okumaya başladığım kitaplarda, özellikle İngilizce dilinde kitap yayınlayan Kıbrıslı Rum yazarların analizlerinde büyük boşluklar olduğunu fark ettim. Türkçe kaynaklara bakmadan yazılan bu eserler hakikatin sadece bir yüzünü anlatıyordu. Türkçe yazılan kitapların çoğu ise propaganda broşürünün ötesine geçemiyordu. Belli olmuştu ki konunun hakkını vererek çalışmak için iki dili de bilmek gerekiyordu. Sonunda Yunanca öğrenmeye ve Kıbrıs konusunda çalışmaya heveslendim. Fakat Yunanca dilini “Ortodoks” bir yol izleyerek öğrenmeyecektim. Zoi ile birlikte vakit geçirdiğimiz dost grupları içinde Türkler ve Kürtler kadar Yunanlılar da vardı ve vaktimin çoğunu Yunanlılarla geçiriyordum. Ve eğer Yunanlılarla, hele de Yunanlı öğrencilerle birlikte olursanız, kaçınılmaz olarak Yunanca öğrenmek zorunda kalırsınız. Çünkü ortak dilimiz olan Almancayı ne kadar iyi konuşsalar da, bir vakitten sonra her şey Yunanca dilinde konuşuluyordu. Bundan sıkıntı duyarsanız dili öğrenme şansınız olamazdı. İkincisi, Yunanlı öğrencilerle birlikteyseniz “saz ve söz” hayatınızda önemli bir yer tutar. Öğrencilerin bir araya geldiği akşamlarda öfkeli bağrışmaların ve yüksek sesle yapılan siyasi tartışmaların ardından buzukilerle gitarlar çıkar ve rembetiko ile zeybekiko parçaları eşliğinde sabahlara kadar dans edilir. Türk kültürü içinde yetişenlere yabancı olmayan bu müzikleri zevkle dinlerken, bir yandan da Zoi’nin yaptığı çeviriler sayesinde güftelerin derinliğine hayran kalırdım. Yunan müziğinin şiirin en iyisini melodileştirdiğine hiç şüphe yoktur. Ayrıca müzik sayesinde Yunanistan tarihi, edebiyatı ve sosyolojisine dair bir çok şey öğrenebilirsiniz. Acılarını en iyi müzikte yansıtan Yunanlılar Modern Yunan devleti kurulduğu günden beri sonu gelmeyen trajediler yaşadılar. Fakat trajedilerin en büyüğü kuşkusuz “Küçük Asya Felaketi” idi. Bir buçuk Milyon Yunanlının doğup büyüdüğü toprakları terk etmesine yol açan Türk-Yunan savaşı (1919-1923) Yunancada “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırılıyor. Ve bu büyük felaketin sonuçları kuşaktan kuşağa yansıdığı için, o dönemde hayatta olmayan Yunanlıların yaşamında da geniş bir yer tutuyor. Siyasi coğrafyayı etnisite temelinde tahayyül eden Pan-Helenist milliyetçi ideoloji ile Bizans İmparatorluğuna duyulan nostaljinin tetiklediği büyük ulus ideası sonunda Yunanlıları “aynı çatı” altında topladı ama bir zafer sonucunda değil, bir felaket sonucunda. Yani, yaşadıkları toprakları geride bırakıp, Yunan devletine sığınarak… Bir Milyondan fazla insan doğup büyüdükleri toprakları tarihin ilk “nüfus mübadelesi” anlaşmasıyla terk edip, aslında sürülerek, Yunan devletinin çatısı altında yaşamaya mahkum edildi. Köksüzlüğün, sürgünün, yokluğun ve açlığın kollarına atılan insanların hikayesi müzik, roman, şiir, sinema ve bilumum sanatlara yansıdı. Yunanlıların çilesi “Küçük Asya Felaketi” ile de sınırlı kalmadı. Metaksas diktatörlüğü, Alman işgali, iç savaş, göç ve 1967’den 1974’e kadar devam eden askeri Cunta çilekeş Yunan halkının büyük felaket durakları arasında yer alır. Aslında, Yunanistan 1974 yılından sonra demokrasi ve barışla tanışabildi. Benim Yunanlı öğrencilerle yakınlık kurduğum 1980’li yılların başında ülke yeni yeni demokrasiye geçiyor ve AB’ye demir atıyordu. Bütün bu korkunç deneyimlerin aktarıldığı, yoğrulduğu, yalansızca ve doğrudan, ustura gibi ifade edildiği mecra müzikti.
Yunan müziğinden söz ederken akla iki büyük isim gelir: Mikis Theodorakis ve Manos Hacidakis. Bu ustaların yerel, kilise ve modern ezgilerle bezenmiş müzikleri büyük şairlerin ve söz yazarlarının dizelerinin üzerine yazılan notalarla bestelendi. Elitis, Kavafis, Seferis, Ritsos ve Kavadias’ı okumaya varmadan önce onları mutlaka işitirsiniz. Mikis Theodorakis’in deyişiyle kendisi Yunan müziğinin “erkeği”, Hacidakis ise “dişisiydi”. İskenderiye asıllı Manos Loizos da olağanüstü bir müzisyendi. Son derece üretken bir sanatçı olan Manos Loizos’un bestelediği yüzlerce eseri Aleksiou, Dalaras ve Vasilis Papakostantinos gibi büyük ses sanatçılarına seslendirdi. Loizos’un besteleri arasında Nazım Hikmet’in “Piraye’ye Mektupları” da var. Kansere yenilmeden önce ürettiği son eser olan “Piraye’ye Mektupların” orkestrasyonu tamamlanmadığından insanın içine işleyen son derece sade bir müzikle dinleyiciye sunuldu. Manos Loizos ölmeden önce “Nazım o kadar melodiktir ki, onu bestelemeye gerek yok, o sizi besteliyor” demişti.
Kuşkusuz, müzikle ifade edilen acılardan söz ederken Rembetiko üzerine kelam etmemek olmaz. 1923’ten sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan “Küçük Asyalılar” acılarını en iyi bu müzik türünde dillendirdiler. Metaksas diktatörlüğünde yaşadıkları baskı ve horlanmayı da Rembetiko ile anlattılar. Kendilerine özgü bir üslupla buzuki çalan Rembetler -onların çaldığı buzuki “bozuk saz” olarak adlandırılıyor ve “Türk aleti” olarak aşağılanıyordu- “alt-kültür” sayıldıkları için sık sık tutuklanıp hapse atılıyor, uyuşturucu müptelası oldukları için durmadan polis tarafından kovalanıyorlardı. “Daha ilk sütünde çocuklarına yalan verdin/ve onları ilk fırsatta köle olarak sattın ey Hellas” diye başlayan ve “bir insan doğduğu zaman/bir acı doğar” diye devam eden dizeler Yunanlıların Lokanta ve Ouzerialarda “büyük halk korunsunu” andırırcasına topluca okudukları parçalardandır. Ve Rembetiko’dan söz ediyorsak ustaların ustası Vasilis Tsitsanis’den de söz etmemek olmaz. İkinci Dünya Savaşı esnasında ilk bestelerini yapan ve savaş sonrasında Rembetiko müziğini yer altından kurtarıp bütün evlere girmesini sağlayan, hatta bu müziği burjuva salonlarına taşımayı başaran Tsitsanis’tir. Özellikle bir parçası Yunanistan’ın fiili milli marşı sayılıyor: “Bulutlu Pazar, her zaman bulutlu olan yüreğime benziyorsun.”
Rembetiko müziğini en iyi anlatan filmlerden biri de Kostas Ferris’in çektiği müziklerini ise Stavros Ksarhakos’un yaptığı “Rembetiko” adlı filimdir. Tiyatro sanatçılarının Rembetiko müziğinin hakkını vererek mükemmel yorumlarla okudukları parçalar varoluşsal kaygılarla bezenmiş hayat ve tarih dersleri gibidir. Kalabalık bir öğrenci grubu olarak seyrettiğimiz “Rembetiko” filminden sonra Yunanlı bir arkadaşımızın çalıştırdığı daimi mekanlarımızdan “Pandaniom” birahanesine kapandık ve oradan ertesi gün ayrıldık.
Müzisyenlerin sadece besteleri değil, yaşamları da insana Yunan toplumunu anlatır. Örneğin popüler sanatçılardan Manolis Angelopolos Yunan müziğinin “arabeskçilerinden” sayılır. Aslen Roma olan Angelopolos’un zor bir kariyer yaşamı oldu. Roma olmasının yanında, yaptığı müzik yüzünden de ayırımcılığa uğrayan Angelopoulos yıllarca devlet radyo ve televizyonlarından uzak tutuldu. Halk arasında son derece popüler olan ve Stelios Kazancidis ile birlikte hüzünlü müzik parçalarına imza atan Angelopoulos devlet nezdinde “Yunan ulusunun müzik zevkini bozmaktan başka bir iş” yapmıyordu. Roma müziğini Hindistan müziğinin motifleriyle süslediği iddia edilen Angelopoulos’un başına gelenler Türkiye’de uzun yıllar “arabeskçilerin” başına gelenlerden farksızdı. Ulusun “pür” müziğini bozmakla suçlanan Angelopoulos resmi çevreler tarafından “Gürültücü Çingene” olarak adlandırılıyordu. Üst-Kültür tarafından ırkçı saldırılara hedef olan Manolis Angelopoulos 1983 yılında ilk defa Likavitos tiyatrosunda sahne aldığında halkın tiyatroyu tıklım tıklım doldurması büyük şaşkınlık yaratmış, bazı gazeteler bu başarılı konserin ardından ondan “Çingene Türk” diye söz etmişlerdi. Angelopoullos’un dramı bu kadarla da bitmez. Güçlü bir kadın olan annesi onun “beyaz” bir Yunanlı ile evlenmesine karşı çıkarak Angelopoullos’a uzun yıllardan beri sevdiği kadınla evlenmesini yasaklamıştı. Angelopoullos ancak iki çocuk sahibi olduktan sonra kilisede nikah kıyabilmişti. Nikah günü “tebrike” gelen annesi onu hayırduadan çok bedduayı çağrıştıran şu sözlerle tebrik etmişti: “iyi boşanmalar dilerim!”. Markos Pampakaris de trajik müzisyenlerden biriydi. Katolik bir Yunanlı olan Pampakaris Rembetiko türünün en önde gelen isimlerinden sayılıyordu. Hamal ve kömürcü olarak yaşamını kazanırken ünlü bir Rembetikocu olmuştu. Eşini terk etmeye kalkışınca boşanmaya karşı olan Katolik kilisesi tarafından aforoz edilmişti. Yunan müziğinin eşsiz sesi Haris Aleksiou ise babasının ölümünden sonra 13 yaşında çalışarak eve ekmek getirmek zorunda kalmıştı. Kalabalık ve fakir bir ailenin çocuğu olan Yorgos Dallaras çocukluk yaşında kahvecilik yapıyordu. Güçlü sesiyle popüler sanatçılardan Yannis Parios ilk defa sınanmak üzere şarkı söylemeye davet edildiğinde bir ayağında çorap yoktu. Bu sanatçıların hepsi acının ve “tarihin” şarkılarını söylüyorlardı.
İşte benim hayatımda yeni ufuklar açtığı kadar zaman zaman başıma işler de açan Yunanca öğrenimim (bazı Kıbrıs Rum milliyetçileri iyi Yunaca bildiğim için Ankara tarafından eğitilmiş bir ajan olduğumu ileri süreceklerdi) kendimi böylesi bir müzik okyanusuna atarak başlamıştı. O dönemde annem için kaleme aldığım ve ona hiç bir zaman göndermediğim bir notta şunlar yazılıydı: “beni kaybetmişsen, Yunan şarkılarında ara…” Gerçekten de kendimi Yunanca diline ve buram buram şiir kokan Yunan müziğine bırakmıştım…