Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (21)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (21)

 


Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Yavaş yavaş Yunanca dilini anlamaya başlıyordum. Yine de Zoi’nin yardımları olmadan çok fazla yol kat edemiyordum. Türk-Yunan-Kıbrıs üçgeni ile ilgili kitaplar elimden düşmüyor,  okudukça merakım daha da artıyordu. Resmi tezlere dayanan kitaplar konuları tam bir zıtlık içinde ele alıyor, birinin “kara” dediğini öteki “beyaz” diyordu. Belli ki iktidarlar George Orwell’in deyişini iyi biliyor, daha doğrusu Orwell’in tespitini haklı çıkarıyorlardı: “geçmişi denetleyen şimdiki zamanı denetliyor, şimdiki zamanı denetleyen de geçmişi denetliyor.” Yapılan tam da buydu. Türkiye ve Yunanistan’da durum Kıbrıs’takinden oldukça iyi sayılırdı. Oralarda eleştirel tarih çalışmaları ile sosyolojik imcelemelerin sayısı süratle artıyordu. Fakat Kıbrıs’ta durum genel olarak vahimdi. 1974’e kadar Kıbrıslı Türklerin varlığını ya hiç dikkate almayan ya da dikkate aldığı zaman “öteki” olarak kurgulayan Kıbrıs Rum tarihçiliği şimdi iki toplumun “barış içinde bir arada yaşadığını” ve gelecekte de yaşayabileceğini ileri sürüyor, Kıbrıs Sorununu  “Türk işgaline” indirgiyordu. Bazı tarihçiler Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların “eskiden var olan” ve yeniden tesis edilmesi gereken “birlikteliğini” son derece “tuhaf” bir tezle açıklıyorlardı. Buna göre, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlardan “hiç bir farkı” yoktu, çünkü Kıbrıslı Türkler İslam dinenine geçen “Hıristiyan Helenlerdi.” Yıllar sonra bu tarihçilerden biriyle yaptığım bir tartışmada Kıbrıslı Türklerin köklerini Hıristiyanlıkta aramanın ve bir arada yaşamayı hayali ortak köklere indirgemenin sosyal bilimlerle bir ilgisi olmadığını, bunun olsa olsa “zooloji” incelemelerini ilgilendirebileceğini söyledim ve ilave ettim: insanlar patates değil; kökleri ile değil, bilinçleriyle tanımlanırlar. Kıbrıs Rum toplumunda farklı tarih çalışmaları yok değildi. Bir grup genç akademisyen ve entelektüel Kıbrıs Sorununu milliyetçilik ve modernleşme teorilerine baş vurarak izah etmeye çalışıyor, bir tür “Kıbrıslılık Bilincinden” söz ediyorlardı. İki toplumun yeniden bir araya gelebilmesinin “Kıbrıslılık Bilinci” ile mümkün olabileceğini ileri süren bu kesim arasında da öz eleştirel bir tarih okuması yapanlar son derce azdı.

Kıbrıs Türk toplumunda tarih çalışmaları tam bir felaketti. Rauf Denktaş’ın etrafında örgütlenen ve onun desteği ile kitap basıp dağıtan tarih yazıcılarının anlatıları adanın bölünmesini meşrulaştırmak için yazılmış efsaneler manzumesiydi. Bütün kötülükler Kıbrıslı Rumların ve Yunanlıların, onların deyişi ile Rum-Yunan İkilisinin eseriydi. Türkler adeta mağduriyet abidesiydi. Bu propaganda çalışmaların hiç bir bilimsel değeri yoktu ama ürettikleri mitoslar sürekli tekrarlanma yoluyla “gerçeğe” dönüşüyordu. Okullarda onların kitapları okunuyor, tek kanallı Kuzey Kıbrıs’ın resmi televizyonda onlar konuşuyordu. Rejim zamanla soldan devşirme “tarihçilere” de kavuştu. Sözde Vlademir İliç Lenin’den yola çıkan rejimin bu yeni “organik aydınları” Self Determinasyon ilkesine gönderme yaparak Rauf Denktaş’ın ayrılıkçı politikalarını aklamaya çalışıyor, Taksim tezini kırmızı renklerle boyuyorlardı.

Üniversitede bitirme tezi aşamasına geldiğimde Kıbrıs konusunu çalışmak istediğimden iyice emindim. Bundan hocam da çok memnun olmuştu. Nede olmasa bu ilgim biraz da onun teşvikleriyle oluşmuştu. “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış etkenler” başlıklı Diploma tezimi (Bremen üniversitesinde bu master düzeyinde kabul ediliyordu) Zoi’nin yardımları sayesinde Yunanca kaynaklar da kullanarak tamamladım. Hocamın aklına gelen ilk soru tezimi Türkçe yayınlamayı düşünüp düşünmediğimdi. Holger, aslında her zamanki mütevazi üslubuyla tezimi yayımlamam gerektiğini söylemek istiyordu. Neden olmasın diye düşündüm. O tarihe kadar rejimin tarihçileri Kıbrıs Tarihi konusunda onlarca kitap yayınlamışlardı. Bu kitapların tümünde de ana fikir “Rum-Yunan Mezalimi” idi. Osmanlı döneminin “adil düzenine” karşı “nankör Rumlar” başkaldırmışmış, İngilizler ve Rumlar birlikte davranıp Türklere kötü muamele yapmışmış, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da Kıbrıslı Rumlar Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamışmış. Sonunda Türk ordusu adaya çıkarak Türklere kol kanat germişmiş… “Onlar erdi muradına, Biz çıkalım kerevetine…”

Bu masalımsı anlatıların tek amacı adanın bölünmesini meşru kılmaktı. Doğrusu, pek kitaba dökülmese de bu tezlere karşı sol cenahtan yükselen seslerde de önemli sorunlar vardı. Sol anlatıda her şey “emperyalizmin bir oyunu” ve “komplosundan” ibaretti. Milliyetçi ideolojinin rolü, ekonomi politika, toplumların yapısı, tarihsel gelişimi ve iç dinamikleri hemen hemen hiç dikkate alınmıyordu. “Halkların kardeş olduğu” söyleniyor, “Kahrolsun Emperyalizm” ve “Bağımsız, bağlantısız, üslerden arınmış Kıbrıs sloganları atılıyordu” ama derinlemesine incelemeler yapılmıyordu. Sol önemli bir kesimini Türkiye’de eğitim görmüş öğrenciler oluşturuyordu. Bunlar arasında Türkiye Komünist Partisine yakın duranlar ve Sovyetler Birliğine karşı bağlılık duyguları besleyenler Kıbrıs’ta AKEL’e sempati duyuyordu fakat AKEL’i neredeyse hiç bilmiyorlardı. Kaynakları okuma imkanına sahip olmadıklarından kulaktan dolma bilgilerle değerlendirmeler yapıyorlardı. 1983 yılında Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler adlı kitabım yayınlandığında sağ kesimden hiç bir ses çıkmazken, solun bazı kesimleri yazdıklarımdan hoşlanmamışlardı. Bugün sıradan bir bilgi sayılan AKEL’in kuruluşundan itibaren Enosisi desteklediği tezi o zamanlar ya bilinmiyor ya da bilinse bile dile getirilmiyordu. Kitapta bu konuda yer alan birkaç satır AKEL’e sempati ile bakan CTP’lileri ve AKEL’in “Türk Kolunda” göreve yapanları fena halde rahatsız etmişti. “AKEL’e dil uzatan bu adam da kimdir, neyin nesidir” diye mırıldanıyor,  kitabın okunmaması için tembihlerde bulunuyorlardı…

Dergiler Haberleri