Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Cumhuriyetçi Türk Partisi içinde AKEL’e yakınlığı ile bilinen kesimlerin kitabıma karşı takındıkları tavır doğrusu tuhafıma gitmişti. Buna pek anlam veremiyordum. Ülkede sol düşünce ve anlayış temelinde yazılmış pek bir şey yoktu. Milliyetçi kesim ise Kıbrıs Türk toplumunu kuşatan mitoslara dayalı hegemonik bir söylem üretmenin peşindeydi. Böyle bir ortamda yazılan ve Kıbrıs’ta barışa adanan bu küçük çalışmadan ne zarar gelebilirdi ki? Londra’ya gidip gelmem ve bir süre sonra oraya yerleştiğimde bu sorulara yanıt bulmamı kolaylaştırdı. Aldığım davet üzerine ziyaret ettiğim AKEL üyesi Kıbrıslı Türk’ün masasında her tarafı çizilmiş olarak kitabımı görünce, önce biraz afalladım, sonra da duyduklarım beni hayrete düşürdü: “Enosis gırtlağımızda bir balık kemiği, ne dışarıya çıkıyor ne aşağıya iniyor. Sen bu konuyla niye uğraşıyorsun”? Belli ki bu konuya değinmiş olmam epeyce canını sıkmıştı. Ona yakınlığı ile tanınan solcu siyaset adamlarının kitabıma ambargo koymalarını şimdi daha iyi anlıyordum. AKEL’in Enosisi savunduğu Kıbrıs Türk solundan saklanıyordu. Bu, asalında fili saklamak gibi bir şeydi ama işte oluyordu. Kıbrıs Türk solunun genel olarak Kıbrıs Rum toplumunun tarihsel serüvenine dair bilgisi son derece yüzeyseldi. Kimi Makarios’u “Kıbrıslılığın lideri” olarak görüyor, kimi de EOKA’nın “anti-emperyalist” olduğunu ileri sürüyordu. CTP kadroları içinde AKEL’e yakınlık duyanlar gerçekte AKEL’i tanımıyorlardı. Sovyetler Birliği “sosyalist anavatan” olarak görülüyor, AKEL Kıbrıs’ın tek “komünist partisi” olarak övgülere mahzar oluyor, CTP de Kıbrıslı Türklerin “demokratik örgütü” olarak alkışlanıyordu. Bu “mutluluk tablosunu” bozabilecek en küçük düşünce ve sorgulama çabasına tahammül edilmiyordu.
Londra’da tanıştığım birinci kuşak Kıbrıslı Türk solculardan dinlediklerim “emir komuta zinciri” içinde davranan “resmi solcuların” anlattıklarından oldukça farklıydı. 1958 yılının Mayıs ve Haziran aylarında TMT’nin PEO üyesi işçilere, özellikle de AKEL’e yakın olanlara karşı estirdiği terör yüzünden Londra’ya kaçan bu insanların hikayeleri tam bir trajedi idi. “Çıkışsız” bir durumdaydılar. Yoldaşları vurulup öldürülürken yapayalnız bırakılmış solcu işçiler Derviş Ali Kavazoğlu’nun teşviki ve desteği ile Londra’ya kaçarak, orada adeta sürgün hayatı yaşıyorlardı. Bir yanda sempati duydukları AKEL’in Helen milliyetçiliği ile flört eden popülist politikaları, diğer yanda TMT’nin saldırganlığı arasında sıkışıp kalmış bu yurtsever insanlar hiç bir yere ait değillerdi. Onlar ülkelerinin birliği ve bütünlüğüne, toplumların kardeşliğine inanmışlardı ama sonunda yersizlik ve yurtsuzluğa mahkum edilmişlerdi. Yaşadıklarını “sır” olarak saklıyor, sol harekete zarar gelmesin diye susuyorlardı. Fakat bu suskunluğun içlerinde derin yaralar açtığı her hallerinden belli oluyordu. Aramızda güven duygusu güçlendikçe yaralarını göstermekten daha az çekiniyorlardı. AKEL’in Enosis politikasından duydukları büyük rahatsızlığı anlatıyor, başlarına gelenleri peşi sıra sıralıyorlardı. Vurulmaya başladıkları 1958 yılında yardım için PEO sendikasına baş vurmaktan tutun da, 1967 yılında Köfünye köyüne saldıran Grivas’ın 24 Kıbrıslı Türk’ü katletmesinden sonra bir protesto bildirisi yayınlaması için AKEL’e adeta yalvarışlarına kadar, bir dizi trajik olay anlatıyorlardı. Anlattıklarının hem nesnesi hem de öznesiydiler. AKEL ne vuruldukları zaman onlara sahip çıkabilmişti, ne de Grivas’ın Köfünye saldırısını kınayacak bir bildiri yayınlamayı kabul etmişti. Açıkçası, AKEL Helen milliyetçiliği ile flört etmeyi kendisine hak görüyor, Kıbrıslı Türk solculardan ise Türk milliyetçiliğine baş kaldırmalarını istiyordu. Bu tek taraflı bir ilişkiydi. Eşitler arasında bir ilişki olmadığı gibi, bir “alt” “üst” ilişkisiydi. Bu ilişkide ne şeffaflık, ne de istişare vardı. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına ve Türkiye’de eğitim görmüş “ikinci kuşak” Kıbrıslı Türk solcuların ortaya çıkmasına karşın AKEL hala Kıbrıslı Türklerden aldığı her karara itaat etmelerini bekliyor, siyasetinin tartışılmasına tahammül göstermiyordu. Benim akademik dürüstlük anlayışıyla yazdığım birkaç satır işte tam da bu “cehalet perdesi” ve “biat kültürü” ile üstü itinayla örtülmeye çalışan duruma cılız da olsa ışık tutuyordu. Bu yüzden “huzur bozucu” olarak görülüyordum. Galiba farkında olmadan boyumdan büyük işlere kalkışmıştım. Londra’da yaşayan AKEL’ci “büyük abi” de zaten “erken öten horozun başı tez kesilir” dememmiş miydi? Fakat benim yetiştiğim ortam, ince hesapların yapıldığı bir yer değildi. Bremen Üniversitesinde öğrendiğim “kurallar” bam başkaydı. Jacgues Derrida’nın söylediği gibi, “üniversite Tanrı’nın inkar edildiği yerdi” ve ben böyle bir kültürden geliyordum. Düşüncemi ve lafımı esirgemeye hiç niyetim yoktu. Bu da “onlardan olmadığım” anlamına geliyordu. “Büyük abi” bunu Rumca olarak söylemekten çok hoşlanırdı: “Den mas kamni” (“bize yaramaz”). Haklıydı. Benim de zaten onlara yaranmak gibi bir derdim yoktu. Daha ilk temasta herkesin kendi yoluna gideceği belli olmuştu…
Bu arada, doktora yapmaya kara vermiştim. Tabii, tezim Kıbrıs konusunda olacaktı. Yoğun bir hazırlık dönemine girdim ve Zoi’nin yardımıyla Yunanistan’dan bir çok kitap getirttim. Yunancam şimdi fena sayılmazdı. Okuduklarımı anlıyor ve biraz da konuşabiliyordum. Bir gün Zoi karşıma geçip “doğduğun yerleri gezelim; hem doktora tezin için de malzeme toplamış oluruz” dedi. “Doğduğum yerler mi”? Bu da nereden çıktı!!! O tarihe kadar Bodamya’ye gitmek aklımın ucuna bile gelmemişti. Ayrıca, “kökler” denilen ve çoğu zaman insanı değişmeyen bir öze sabitleyen anlayışla ciddi sorunları olan biriydim. Bodamya’da doğdum ama orada sadece birkaç yıl yaşamıştım. Sonra Luricina, ardından da kısa bir süre için Akçay köyünde bulundum. Hepsinin bende çok derin izleri vardı ama bu arda Almanya’da neredeyse her yerden daha uzun yaşamıştım. Hepsi bir yana, nostaljiyle aram hiç iyi değildi. Benim için nostalji Michel Foucaoult’nun dediği gibi, yaşamayı beceremeyenlerin hastalıklı bir saplantı olarak geriye bakmalarından başka bir şey değildi. Fakat Zoi çok ısrar ediyordu. Sonu gelmez sohbetlerimizde o İstanbul’u, ben de Kıbrıs’ı birbirimize o kadar çok anlatmıştık ki… Ben bu sohbetlerde konuştuğumuz konulara “siyasi açıdan” baktığımı düşünüyorsam da, Zoi benim Kıbrıs’ı sevgi ve özlemle anlattığımı ve oraları bir daha mutlaka gitmem gerektiğine inanıyordu. Bir süre sonra Zoi gidip biletleri halletti. Doğu Berlin ve Sofya üzerinden Larnaka’ya uçacaktık. Kıbrıs’a uçmanın en ucuz yolu buydu. Onu kıramayacağım bir yana, içten içe heyecan duymuyor değildim. “Tamam, gidelim” dedim. Sonra, “hop, bir dakika, nasıl gidiyoruz? Olmaz” dedim. Aklıma Türk pasaportuyla seyahat ettiğim geldi. Kıbrıslı Türklere özel olarak verilmiş bu pasaportla Kıbrıs’ın güneyine gidemezdim. Zoi, buna da bir çözüm buldu. Bonn’daki Kıbrıs Büyükelçiliğine telefon etti ve durumu anlattı. Onlar da “bize gelsin, ona bir seyahat belgesi verelim, Kıbrıs’a gidince pasaport çıkarsın” dediler. Atlayıp Bonn’a gittik. Kıbrıs’ın Bonn büyükelçisi “yılların yıpratamadığı aktörleri” andıran Yorgos Yakovos idi. Yakovos, daha sonra Kiprianou’nun ve Vasiliou’nun dışişleri bakanı olarak görev yaptı. Tassos Papadopoullos’un yanında da şimdi hatırlamadığım bir şeyler yapıyordu. Son olarak Dimitris Hristofyas’ın baş müzakerecisiydi. Hristofyas onun yanında kendini güvende hissediyordu. Uzun lafın kısası, tam bir siyaset dinozoru! O zamanlar sadece bir dinozor adayıydı. Bizi gayet iyi karşıladı ve elime mavi bir kağıt tutuşturdu. “Bu “Traveling Paper’i” al, bununla adaya gidiş yapabilirsin ama çıkış yapamazsın. Orada bulunduğun süre içinde pasaport çıkar” dedi. Teşekkür ettik ve ayrıldık.
Bir süre sonra Doğu Berlin’den uçağa binerek Sofya üzerinden seyahat ederek Kıbrıs’ın güneyine indik. Uçak Larnaka’ya indiğinde heyecan, korku, tedirginlik ve yabancılaşma bütün bu duyguları bir arada yaşıyordum. Huzursuz bir ruh hali içinde uçaktan indim. Bir Nisan günüydü ama “Bir Nisan şakası” filan değildi. Gerçekten Laranaka’daydım. Zoi’ye çaktırmadan “ben ne yaptım, ne ettim” diye içten içe mırıldanırken, ortalığı saran toprak kokusu beni sakinleştirdi. Yağmur yeni dinmiş, her tarafı toprak kokusu sarmıştı. Bu kokuyu çok iyi tanıyordum. Bu, “memleket kokusuydu”. İçimde bir sıcaklık hissettim ve dinginleştim. Kendimi yersiz yurtsuz biri olarak tanımlıyor, yurt duygusunu ancak felsefede, dostluklarda ve aşkta tadabileceğime inanıyordum. Toprak kokusu beni bir anda çocukluğuma, doğup büyüdüğüm yerlere götürdü. Aşina olduğum bir yere gelmiştim ve bu beni mutlu ediyordu…