Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (23)

Niyazi Kızılyürek: Bindiğimiz taksi bizi Larnaka’da önceden rezervasyon yaptırdığımız “mutluluk” anlamına gelen “Eftihia” adlı otele götürdü. “Eftihia” oteli 1974 Savaşından sonra Kıbrıs Rum toplumunda yaraların b

 

 

 

 

Niyazi Kızılyürek

niyazi@ucy.ac.cy

 

Bindiğimiz taksi bizi Larnaka’da önceden rezervasyon yaptırdığımız “mutluluk” anlamına gelen “Eftihia” adlı otele götürdü. “Eftihia” oteli 1974 Savaşından sonra Kıbrıs Rum toplumunda yaraların biraz olsun sarılmasına yardımcı olan turizm patlamasının eseriydi ve diğer bir çok otel gibi denize sıfır bir noktada dikiliydi. Odamıza yerleştiğimizde güneş çoktan kaybolmuş, ortalık iyice sakinleşmişti. Gece bütünüyle denizden yükselen dalga seslerine teslim olmuştu. “Karşıda” parlayan ışıkları uzun uzun seyrettim. “Karşı yaka” bir bakıma “memleket” sayılırdı. Bütün ailem orada yaşıyordu ama onları görmem mümkün değildi. Telefonda konuşmak da olanaksızdı. Kıbrıs coğrafyasını ikiye bölen savaş, coğrafya kadar insanları da birbirinden ayrı ve uzak durmaya mahkum etmişti. 20. yüzyılın sonuna doğru yaşanan iletişim devrimine karşın adanın “iletişim zamanı” orta çağı anımsatıyordu. Her yer birbirine hem yakın hem çok uzaktı. Aslında Larnaka da “memleket” sayılırdı. Denize ilk defa orada girmiştim. Zihnimde parıldayan bir ışık bana darbeden hemen önce ailemle “İskele Panayırına” geldiğimi hatırlattı. Deniz kenarına kurulan panayırda dolaşmak, “kazandi” oynamak, lokma yemek ve üzümden yapılan çeşitli sucuk türlerini tatmak yoksun hayatımızın en eğlenceli animasyonlarındandı.

Zoi, uzun ve yorucu yolculuktan sonra derin bir uykuya daldı. Ben de hüzün ve heyecan içinde bir tabureye oturdum ve uzun uzun karşıyı seyrettim…

Ertesi gün pırıl pırıl bir Nisan havası vardı. Kırlangıçlar cıvıl cıvıldı. Erkenden otelden ayrıldık ve Larnaka’yı dolaşmaya çıktık. Otellerin sıralandığı turistik bölgeden süratle çıkıp ara sokaklara daldık. Türk mahallesinde bütün sokak isimlerinin eskiden olduğu gibi hala Türkçe olması dikkatimi çekti. Bu sokaklar Kıbrıslı Türklerle dolu olduğu zamanlarda onlara saygılı davranmayı beceremeyen Kıbrıslı Rumlar şimdi boş sokaklardaki Türkçe isimlere saygı gösteriyorlardı. Bu da tarihin cilvelerinden biri olsa gerek diye düşündüm. (Sahi, bu büyülü cümle ile aslında neyi anlatmak istiyoruz? “Tarihin cilvesi”, olmayacak işlerin olması karşısında çaresiz duruma düşmemizi kamufle etmek için uydurduğumuz bir cümle mi yoksa?) Sade, basit bir kahvede oturmaya ve mola vermeye karar verdik. Kahve söylerken oldukça dikkatliydik. Otelde yaşadığımız tecrübeden sonra mecburen “Yunan kahvesi” sipariş ettik. (Otelde Türk kahvesi istediğimizi söylediğimizde öfkeyle bize “artık bu kahveye Yunan kahvesi” denildiğini söylemişlerdi. “Artık” sözcüğü ile anlatılmak istenen zaman dilimi “Türk işgali” sonrasıydı.) Zoi bu konularda tecrübeli sayılırdı. Pire’de “Paşa Limano”nun adı 1974’ten sonra “Mikro Limano” olarak değiştirilmişti. 1974’ten sonra Türk olan her şeye karşı öfke ve hınç besleniyordu. Fakat burada ters bir durum vardı. “Yunan kahvesi” lafına kahveci adeta isyan etmişti ve onun kahvesinde kahvenin adının “Türk kahvesi” olduğunu söylemişti. “Beğenirseniz içersiniz, beğenmezseniz gidersiniz” diyerek de bize çıkışmıştı. Doğrusu, epeyce şaşırmıştım. Otelde “Türk kahvesi” dedik diye neredeyse fırçalanmıştık, şimdi de “Yunan kahvesi” istediğimiz için az daha kovuluyorduk. Bunun “ideolojik” bir mesele olduğu sohbet esnasında ortaya çıktı. Kahveciye benim Kıbrıslı Türk, Zoi’nin de “Yunanlı” olduğunu söyledik. (Aslında “İstanbullu Rum” demem gerekiyordu ama bunun bize karşı şüpheleri iyice arttıracağını düşünmüş olmalıydım ki kestirmeden “Yunan” dedim.) Ve ne olduysa ondan sonra oldu. Beni son derece sıcak karşılayan kahveci, Zoi’yi adeta hakarete boğdu. Kıbrıs’ta kaldığımız günlerde bu senaryo  sık sık tekrarlanacaktı. Özellikle solcu Kıbrıslı Rumlar bana karşı son derece samimi davranırken, Zoi’yi Yunanlı olduğu için görmek bile istemiyorlardı. Ne garip! İstanbullu Rumlar başlarına gelen felaketi Kıbrıslı Rumlardan biliyor ve onları pek sevmiyorlardı. Bunda da pek haksız sayılmazlardı. İstanbullu Rumlar ilk defa 6/7Eylül 1955’te Kıbrıs Sorununun kurbanı olmuşlardı. Menderes hükümeti, Özel Harp Dairesi ve Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti el ele vererek Türkiye’de yaşayan Rumlara karşı o tarihe kadar görülmedik bir linç ve terör kampanyası başlatmışlardı. Atatürk’ün doğduğu eve düzenlenen bombalı provokasyon sonucunda evlere, dükkanlara, ibadet yerlerine karşı saldırıya geçen kışkırtılmış kalabalıklar öyle bir terör havası estirmişlerdi ki, kendilerini öncelikle (aslında sadece) “İstanbullu” sayan Rumlar İstanbul’u bir daha yurtları olarak hissedemeyeceklerdi. Saldırıdan diğer azınlıklar da paylarına düşeni almıştı. 6/7 Eylül Olaylarında Madam Maro Zoi’ye hamileydi. Bana aktardığı korkulu hikayeleri dinledikten sonra Zoi’ye takılır, “sendeki tuhaflığın nedeni demek buymuş” diyerek dalga geçiyordum. İstanbullu Rumlar daha sonra yine Kıbrıs Sorunu yüzünden İstanbul’dan kovulacaktı. 1964 yılında Kıbrıs’ta toplumlar arası çatışmalar devam ederken Başbakan İsmet İnönü Yunan uyruklu Rumları Türkiye’den sürmeye karar verdi. Binlerce aile evini yurdunu bırakarak ellerinde küçük valizlerle Yunanistan’a gönderildi.  Zoi’nin ailesinden Yunan uyruklu olanlar da mecburen Yunanistan’a gitti ve aile ikiye bölündü. Türk hükümetinin Kıbrıs olaylarına misilleme olarak uyguladığı bu politikanın elbette hoş görülür bir tarafı yoktu. Fakat şu da bir gerçektir ki, Yunanistan dışişleri bakanı Averof, Makarios’un Kıbrıs anayasasını değiştirme niyetinde olduğunu bildiğinden Nisan 1963’te ona bir mektup gönderip kesinlikle böyle bir girişimde bulunmamasını istemiş, bunun bedelini İstanbullu Rumların ödeyeceğini söylemişti. Başpiskopos Makarios’un cevabi mektubu İstanbullu Rumları çileden çıkaracak cinstendi. “Onlar zaten yitik vaka sayılıyor” diyen Makarios, “Helenizm açısından İstanbullu Rumların zaten kayıp sayıldıklarını” ileri sürüyordu. Sonunda, Averof’un öngörüsü haklı çıktı. Makarios anayasayı değiştirmekten başlayarak Enosise ulaşmak için atacağı bütün adımların bedelini İstanbullu Rumlar ödedi. İşte İstanbullu Rumların Kıbrıslı Rumlara öfkesi bundandı. Ne gariptir ki, Kıbrıslı Rumlar şimdi Yunanlılara kızıyor, Zoi’yi Yunanlı saydıkları için de ona karşı soğuk davranıyorlardı. Çünkü başlarına gelen 1974-Felaketini Yunanlılardan biliyorlardı. Yunan Cuntasının darbe yaparak Türkiye’nin adaya çıkmasına fırsat vermesi, sonra da iktidara gelen Karamanlis hükümetinin Türk ordusunun adayı ikiye bölmesi karşısında seyirci kalması Kıbrıslı Rumlar arasında Yunanistan’a karşı beslenen son sevgi kırıntılarının da uçup gitmesine yol açtı. Yunanlılar Atina sokaklarında Mikis Theodorakis’in şarkılarıyla cuntanın devrilmesini coşkuyla kutlarken, Kıbrıslı Rumlar yaşadıkları diyarları terk ederek adanın güneyine kaçmak zorunda kalıyorlardı. Bu tablo Yunanistan ile Kıbrıslı Rumlar arasında yaşanılan kopuşun resmi gibiydi. 1974-Felaketiyle gülümsemeyi unutan ve büyük acılarla çaresizlik içine sürüklenen Kıbrıslı Rumlar, 1960 yılında kurulduğu zaman “hilkat garibesi” ilan ettikleri Kıbrıs devletine şimdi dört elle sarılmışlardı. Bu dönemde lügatlerden “Anavatan Yunanistan” sözcüğü silinmiş, Kıbrıs yurt, memleket ve devlet olarak adeta yeniden keşfedilmişti. Artık Kıbrıs’ın bağımsızlık günü kutlanıyor ve bir zamanlar “Mehmet’in Vragası” diye alay edilen bayrağı milli sembol haline geliyordu. Kıbrıs-Merkezli siyaset ve kültür arayışına yönelen “Neo-Kipriako Sindezmo” (Yeni Kıbrıs Derneği) adlı dernek böyle bir ortamda kurulmuştu. Bu dönemde Kıbrıslı Türklerin “keşfine” de çıkılmıştı. 1974 yılına kadar nadiren hatırlanan Kıbrıs Devletinin kurucu ortağı Kıbrıslı Türkler, şimdi “kardeş” ve “yurttaş” ilan ediliyor ve herkes “Yeniden Yakınlaşma” belgisi altında yeni politikadan söz ediyordu. Fakat vakit çok geçti. Kıbrıslı Türkler şimdi çok uzaklardaydılar. Kıbrıslı Rumların sesi onlara ulaşmıyordu… Onlar Türk ordusunun Kıbrıslı Rumlardan arındırdığı topraklara yerleşmiş, “yeni bir hayata” başlamışlardı…

Gittiğimiz her yerde bana büyük bir yakınlık gösteriliyordu. Neredeyse herkes Kıbrıslı Türklerle olan dostluk ilişkilerinden dem vuruyor, anılarını paylaşıyordu. Köylü toplumlarına özgü bu anlatıların çoğu eleştirel düşünceden uzak “folklorik” anlatılar olsa da,  yabana atılacak cinsten değildi. Savaş ve adanın bölünmesi Kıbrıslı Rumlarda farklı bir “hatırlama biçimine” yol açmıştı. Kıbrıslı Türklerde ise tam bir “unutma politikası” hüküm sürüyordu. Aslında ne hatırlayanlar, ne de unutanlar düşüncelerini ve anılarını eleştirel bir süzgeçten geçiriyordu. Yine de keyifli zaman geçiriyorduk…

Sonunda sıra doğduğum köye gitmeye geldi. Zoi ile bir plan yaptık. Komşu Dali kasabasına gidecektik. Ben orada kiraladığımız arabadan inerek köye yaya olarak gidecektim. Bir zamanlar bisikletimle dolaştığım yollardan geçecek ve köye varacaktım. Bu aslında bir “hatırlama egzersizi” olacaktı. Bodamya’ya geldiğimizde kahvelerinden birinde oturacak ve Almanca konuşarak turist numarası yapacaktık. Dediğimiz gibi yaptık ve köyün bir kahvesinde buluştuk. Biz Almanya’dan gelen turist numarası yaparken yan tarafta tavla oynayan yaşlı amcalardan birinin ince bir küfürle zarlarını her attığında dönüp dik dik bana baktığını fark ettim. Ben acemice gözlerimi başka yöne çevirmeye çalışırken “sen Halide’nin oğlusun” demez mi! Artık saklanacak bir sır kalmamıştı. “Evet, ben Halide’nin oğluyum” dedim. Kahvedeki herkes Türkçe ve Rumca olarak hatır sormaya başladı. Herkes eski komşularının ne yapıp ne ettiğini öğrenmek istiyordu. Meraklı sorulara bildiğim kadarıyla cevap yetiştirmeye çalışırken, köyde yaşamaya devam eden ve çoğu akrabam olan Kıbrıslı Türkler kahveye akın etmeye başladılar. Tam bir şölen havası hüküm sürüyordu. Köye uzaklardan bir Kıbrıslı Türk gelmişti ve bu da köy sakinlerini epeyce heyecanlandırmıştı. Birileri bana doğduğum evi göstermeye heves etti ve evde oturan aileye haber uçurdu. Küçük bir grup halinde eve gittik ve 1974 göçmeni olan Kıbrıslı Rum “evdaşlarımı” ziyaret ettik. Mia Milya köyünden göç eden ailenin biraz tedirgin olduğunu hissettim. Bodamya’ya dönme niyetinde olmadığımı, Almanya’da yaşadığımı ve kendi evlerine dönene kadar bu evde yaşayabileceklerini söyleyince, rahatladılar. Doğduğum evle hiç bir bağım kalmadığını 1974 öncesinde zaten tecrübe etmiştim. Şimdi bunu bir kez daha teyit ediyordum…

Köyün muhtarı ile biraz hasbıhal ettikten sonra, pasaport çıkarmak için bir belge istedim. Muhtar, önce hala hayatta olan Liza ebeye gidip ondan bir kağıt almam gerektiğini söyledi. Annemin anlattıklarından ebemin Liza adlı bir Rum olduğunu biliyordum. Fakat bir gün onunla karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Liza ebe Dali’de yaşıyordu. 1964 yılına kadar sadece köyde değil, bütün bölgede doğan çocukların ebesi oydu. Evine gittiğimde gama harfi (Γ) gibi duran biriyle karşılaştım. Sırtındaki kamburu yüzünden gözleri sadece yere bakabiliyordu. Oldukça yaşlıydı. Bakkal defterini andıran siyah kaplı bir defter çıkardı ve doğum tarihime baktı. “Evet” dedi. “Sen, Halide ve Mustafa’nın oğlusun, işte burada yazıyor. Sen doğduğun zaman kafan yamuk bir karpuz gibiydi, onu kendi ellerimle düzelttim. Hiç de fena olmamış” dedi. Liza ebemin ceviz macununu yedikten sonra ona teşekkür ettim ve el yazısıyla doğumumu belgeleyen kağıdı özenle çantama yerleştirerek oradan ayrıldım. Gerisini halletmek pek zor olmadı. Muhtardan aldığım kağıtla Lefkoşa kaymakamlığına gittim ve Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu çıkarmak üzere işlemleri başlattım. Fakat önemli bir sorunla karşılaştım. Kuzey Kıbrıs’ta aldığım “Kızılyürek” soyadı pasaporta yazılamıyordu. Adanın kuzeyinde yapılan hiç bir işlem “yasal” sayılmadığından ancak doğduğum tarihteki adımla pasaport alabiliyordum. Çaresiz, kabul ettim ve “Niyazi Mustafa” ismine düzenlenen pasaportu aldım. Bu sefer de başka sorunlar yaşayacaktım. Türk pasaportumda Kızılyürek yazıyordu ve bütün bürokratik işlerim bu soyadıyla yapılmıştı. Şimdi, nasıl “Mustafa” soyadıyla dolaşacaktım? Değişik soyadlarıyla yaşamak başıma bir sürü iş açacaktı. Almanya’da “Türk Danış” hizmetlerine baş vurarak soyadı varakamı Almancaya çevirterek tasdik ettirdim ve “Mustafa” ile “Kızılyürek”in aynı kişi olduğunu kanıtlayabilecek bir belgeye sahip oldum. Yine de sorunların ardı arkası kesilmiyordu. Almanya’dan arabayla İngiltere’ye yaptığım bir yolculuk esnasında Fransa’dan geçerken Fransız polisi iki pasaportlu ve iki isimli biri olduğumu görünce “terörist” olduğumdan emin bir edayla beni bir kaç saatliğine alıkoymuştu. Derdimi anlatmak için adeta kısa bir Kıbrıs tarihi dersi vermem gerekmişti. Fakat en tuhafını yıllar sonra soyadı kargaşalığına son vermek üzere Kıbrıs Cumhuriyeti makamlarına başvurduğum zaman yaşayacaktım. Yemin edip “Kızılyürek” soyadını “resmi ve tanınmış makamlar” nezdinde yeniden alacak ve bu dertten kurtulacaktım. Öyle düşünüyordum Önüme bir Kuran-ı Kerim kitabı koyarak yemin etmemi söylediler. Şaşırarak, “şey, ben başka bir yemin….” daha lafımı bitirmeden, “Haa, siz Hıristiyan mı oldunuz, öyleyse size İncil verelim” demezler mi… “Hanımlar, Beyler, ben bir yurttaş olarak dünyevi bir yemin etmek istiyorum” dedim. Duyduklarım karşısında iyice şaşırdım. Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasında “dünyevi yemin” ve dinden arınmış bir yurttaşlık kavramı yoktu. Yurttaşlar beğenseler de beğenmeseler de bir din grubuna aittiler ve yemin etmek için İncil ile Kuran-ı Kerim arasında yemin etmek zorundaydım. Çaresiz elimi kutsal kitaba basarak yemin ettim ve bin bir zahmetle aldığım soyadımı sonunda pasaportuma kaydettirebildim.              

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri