Niyazi Kızlıyürek
Paris’in merkezinde Sorbonne Üniversitesine yakın Rue des Ecoles caddesinin bir köşesinde 16. yüzyılın büyük hümanistlerinden Michel de Montaigne’nin bir heykeli vardır. Heykele yazarın şu sözcükleri kazınmış: “Bunu hiç bir zaman unutmayacağım: Fransa’ya karşı hiç bir zaman Paris’e kem gözle bakacak kadar baş kaldırmam. Bu kent daha çocukluğumda benim kalbimi çaldı. (...) Ben bu büyük şehir sayesinde bir Fransız’ım. Bu şehir büyük ve istisnadır, çünkü her şeyden çok, yaşamın erdemlerini derin bir çeşitlilik ve farklılık içinde sunmaktadır.” Heykele yazılmamış ama Montaigne’nin Denemelerinin üçüncü kitabında yer alan cümle şöyle sona eriyor: “Hem Katoliklerin hem Protestanların birlikte tapındığı Tanrı onu bizim bölünmüşlüğümüzden ve çatışmalarımızdan uzak tutsun!” Montaigne bu satırları din savaşları yüzünden bölünen Paris’in bütünlüğü için yazdı ve Paris’in en temel özelliği olarak yaşamın erdemlerini farklılık ve çeşitlilik içinde sunması” olarak tanımlıyordu.
Montaigne’nin Paris için söyledikleri Lefkoşa için tersten geçerlidir: “Bir Kıbrıslı Kıbrıslı” olduğunu en çok Lefkoşa’da hisseder ama Lefkoşa’nın çok kültürlü yapısı ve çeşitliliği sayesinde değil, bölünmüşlüğü, tel örgüleri ve etnik çatışmaların bilumum izlerini taşıdığı için. Yakın Kıbrıs tarihinin kötü mirası olan tel örgüler, kum torbaları, variller ve barikatlarla ikiye bölündüğü için. Evet, bir “Kıbrıslıya” en çok Lefkoşa “Kıbrıslı” olduğunu hatırlatır. Yani, etnik çatışmanın, husumetin, hıncın, savaşın ve bölünmüşlüğün çocuğu olduğunu…
1956 yılında yaşanan etnik gerilimler esnasında ilk defa “Maison Dickson” hattı ile ikiye ayrılan Lefkoşa, 1958 yılında defalarca alevlere teslim oldu. 1963 yılının sonunda “Yeşil-Hat” ve 1974 yılında da “Atilla Hattı” ile bölünmüşlüğünü derinleştirdi. Lefkoşa şimdi çok-bayraklı, çok-simgeli ama çoğulcu değil, bölünmüş bir mekandır. Bayrakların ve sloganların adeta yarış yaptığı bir kenttir. Fakat bayrakların ve sloganların çokluğuna ve kentin çok-dilli oluşuna aldanmamak gerekiyor. Bunların arkasında tek bir mantık, tek bir akıl vardır: milliyetçi akıl! Seçici belleğin bir göstergesi olarak Yunanca “Den Ksehno” (“Unutmam”) Türkçe “Biz de Katliamları Unutmayız” sloganları kenti bölen çizginin iki yanına ihtimamla yerleştirildi. Bayrağa bayrak, slogana sloganla karşılık verildiği bu kentte, “göze göz, dişe diş” anlayışının izlerini görürüz. “Dost” ve “düşman” ayırımı yapabilmek için geceleri “Dur Kimdir O”, “Alt Ti Si” sesleriyle “karşı tarafa” seslenen insanlar yaşar Lefkoşa’da. Oysa bu soruları nöbet tutan askerler değil siviller sorabilseydi, “Biz Kimiz” diye düşünüp bu soruya “Öteki” üstünden yanıt vermeselerdi, Lefkoşa herhalde yaşanılası bir kent olurdu. Pek çok kentin olduğu gibi Lefkoşa’nın da tarihi özelliği çeşitlilik ve farklılıkların bir arada bulunmasıdır. Kültürel ve tarihi dokusu, demografik ve mimari yapısı gökkuşağı gibidir. Özellikle eski-Lefkoşa’yı gezerken insan tarihin çeşitli safhalarına girip çıkar. Bizans’ın, Katolik Lüzinyan’nın, Venedik’in, Osmanlı’nın ve Sömürgeci İngiltere’nin bıraktığı eser ve yapıları bir arada görür. Fakat savaşın izleri bütün bu mirası gölgede bırakıyor.
Zoi ile şimdi işte bu kentteydik. Dünyanın bölünmüş bir kaç başkentinden biri olan Lefkoşa’da. Ve ben, adaya uçarken Batı-Berlin’den Doğu Berlin’i ayıran “check pointi” geçerken ürperdiğim kadar ürperti içindeydim. Yürüyerek dolaştığımız eski Lefkoşa’nın Rum semti mevzilerle doluydu. Boydan boya sloganlarla ve bayraklarla donatılmış ayırım hattı açık hava sergisini andırıyordu. Sınırda genç askerler nöbet tutuyordu. Sınıra yakın evlerin hemen hemen hepsi boştu. Bu yüzden sınır boylarında ev kiraları çok ucuzdu. Hüzünlenmemek elde değildi.
Adaya geldiğim günden beri Lukas’ı aramayı düşünüyordum ama önce etrafı gezip görmek, Kıbrıslı Türklere “yasak” olan ülkemin diğer yarısını biraz tanımak istiyordum. Ona Lukas hakkında o kadar çok şey anlatmıştım ki, Zoi merakla Lukas’ı ne zaman arayacağımızı sorup duruyordu. Artık aile dostumuz Lukas Artemiou’yu arama zamanı gelmişti. Onu en son 15 Temmuz darbesinde çiftlik evinin küçük odasında kederler içinde bırakmıştım. Darbenin büyük bir felaket olduğunu, Türk ordusunun adaya çıkacağını söylüyordu ve EOKA B üyesi olduğu anlaşılan aile dostumuz Sotiris’e ateş püskürüyordu. Ben Luricina’ya dönerken (19 Temmuz 1974) o hala darbecilerden kurtulmak için çiftliğimizde saklanıyordu. 20 Temmuz sabahı Türk ordusu adaya çıkarma yapmaya başlayınca artık darbecilerden korkmasını gerektirecek bir neden kalmamıştı. Adanın daha güvenlikli olduğunu düşündüğü güney kısmına kaçtı. Böylece savaş Lukas ile yollarımızı ayırdı. Ondan aldığımız son haber, dedem ve nenemin getirdiği selamlardı. Savaş bitince adayı ikiye bölen çizginin orta yerinde kalan çiftliğe giderek hayvanlarla birlikte orada mahsur kalan dedemi ve nenemi yeni çizilen sınırın güneyine götürmeyi başarmıştı. Sonra da dedem ve nenemi ve sattığı hayvanlardan payımıza düşen parayı bize göndermenin bir yolunu bulmuştu. Bu yüzden evimizde hep sevgiyle anılırdı Lukas. Savaştan önce babamı tutuklayan Rum polisinin elinden onu alıp bize getirmesiyle bütün ailenin gönlünü zaten kazanmıştı. Fakat bu son yaptığı tarifsiz bir iyilikti. Herkesin savaş ganimeti ile uğraştığı bir zamanda o savaştan “düşmanın” canını ve malını kurtarmanın derdindeydi.
Ona telefon açarken büyük bir heyecan içindeydim. Aradan çok zaman geçmişti. Tam on yıldır görüşmüyorduk ve birbirimizden haber alamıyorduk. Cesaretimi toplayarak telefon açtım ve ona arayanın “Niyazi” olduğunu söyledim. Heyecan ve şaşkınlık içinde “Niyazi dayı” mı diyecek oldu ama sesimin gençliği arayanın “Niyazi dayı” olamayacağını ona hissettirmiş olmalı ki, “Küçük Niyazi mi, o yaramaz oğlan mı” dedi. Sesi titriyordu. “Evet” dedim, “ta kendisi”. Şaşkınlığı bir kat daha arttı. “Sen neredesin? Yunancayı ne güzel konuşuyorsun?” gibi şaşkınlık sözcüklerini peşi sıra sıralarken ona Lefkoşa’da olduğumu söyledim. Tony Bed and Breakfast otelinde, eski Lefkoşa’da… “Hiç bir yere gitme, seni almaya geliyorum” dedi. Bir süre sonra otelin sürme kapılı bekleme odasında Lukas küçük bir koltuğa dev vücudunu sığdırmaya çalışırken kapıyı çektim ve göz göze geldik. “Gözlerin hiç değişmedi” dedi. Ağarmıştı. Siyah sakallı koca adam şimdi bembeyazdı. Sarıldık. Ağlıyordu… Zorlukla “Ksenia arabada bekliyor” dedi. Otelden indik ve arabaya bindik. Ksenia, “Lukas hep sizi sayıklıyor” dedi. “Biz de onu çok seviyoruz” diye karşılık verdim. Sonra, arabadan inerek bir lokantaya girdik.
Lukas durmadan bir şeyler anlatıyordu. Dedemi, nenemi, babamı, halamı ve amcalarımı… Çiftlikte geçen en küçük hadiseleri bile en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu. Söz dönüp dolaşıp “aile dostumuz” EOKA B üyesi Sotiris’e gelince adeta çılgına dönmüştü. “Hainler” diyerek kükredi. Çok mutsuzdu. Kıbrıs Rum toplumunun pek çok üyesi gibi o da yaralıydı. Bir yanı hüzünlü, diğer yanı “nostaljik” duygular içindeydi. Anlattıklarından elbette ben de çok etkilenmiştim fakat benim için geçmiş “yabancı bir ülkeydi”. Asıl önemli olan bundan sonrası idi… Benim 1974’te yitirdiğim bir cennettim yoktu. Bu yüzden geçmişe değil, geleceğe bakıyordum.
Güney Kıbrıs’ta kaldığım kısa süre içinde İbrahim Aziz’i de tanıdım. Birinci kuşak solcuların kaderini paylaşan İbrahim Aziz Bodamya’ya uğradığımızı öğrenince bizi bulup evinde ağırladı. İbrahim de çok yaralı bir insandı. Fakat onun acısı Lukas’ınkinden farklıydı. Lukas “kaybedilen cennete” ağlıyordu. İbrahim ise bir komünistti ve partisi tarafından ihanete uğradığını düşünüyordu. 1958 yılında militarist milliyetçiler “solcu avına” çıktıklarında estirilen terör havasından İbrahim Aziz de payına düşeni yaşamıştı. 1965 yılında Derviş Ali Kavazoğlu bir komplo sonucu öldürülmesinden sonra AKEL’in Türk Kolunda aktif görev alan İbrahim Aziz, Nurettin Mehmet Seferoğlu ile birlikte birinci kuşak Kıbrıslı Türk solculardan AKEL üyesi olmaya devam eden birkaç kişiden biriydi. Fakat ne olmuşsa olmuş, İbrahim Aziz partiden atılmıştı. Anlattıkları beni çok etkilemişti. Türk milliyetçiliğinin Taksim politikasına baş kaldıran, Helen milliyetçiliğinin Enosis politikasına itiraz eden bu yurtsever insana son dayanağı olan partisi de sırt çevirmişti. Hiç bir zaman hoşlanmadığım Stalinizmim bir kurbanı ile karşı karşıya olduğumu düşündüm. Aklıma Arthur Kostler’in Bucharin’in ölümünü anlattığı sahneler geldi. “Tarihin akışının” partiyi her zaman “haklı kıldığı” inancıyla acımasızca dönen parti çarklarının insanları doğraması kabul edebileceğim bir şey değildi. İbrahim Aziz’in bir nebze olsun yalnızlığını azaltmak için kendisini Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra yerleştiğim Londra’ya davet ettim. Orada yoldaşı Kıbrıslı Türklerle buluşarak bol bol hasret giderdi. Kuşkusuz, bu davranışım beni AKEL nezdinde halihazırda olduğumdan daha da sevimsiz biri yaptı.
Güney Kıbrıs ziyaretini tamamlarken bu deneyimin hayatımı değiştireceğinden emindim. Kuzey’deki Rejimin durmadan tekrarladığının tam tersine “Türk kesmek üzere hazır bekleyen” bir halk görmediğim gibi, savaş mağduru acılı insanlarla karşılaşmıştım. 160 bin insan evinden sürülmüş, binlerce insan sefil olmuştu. Sayıları bini aşan kaderi meçhul savaş kaybı vardı. Tanıştığım Kıbrıslı Rumlar gözleri yaşlarla dolu kayıplarla ilgili bir fikrim olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Çoğu evini, köyünü soruyordu. Artık Kıbrıslı Rumların acısının tanığıydım. Bu acıyı ve haksızlığı görmezden gelerek ya da “seyirlik” bir durummuş gibi gördükten sonra unutarak hayatımı sürdüremezdim. Hepimiz bir aradaydık: Tarihin ve coğrafyanın mutsuz çocukları İstanbullu Rumlar, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar… Hepimizin anlatacak çok şeyi vardı, hepimiz kederliydik. Yüreğime ve beynime kazıdığım bu “sahne” ve topladığım kitaplarla Almanya’ya döndüğümde bambaşka bir yolculuğu çıkmaya hazır olduğumu biliyordum…